Öncelikle dikkat; bu kitap 18 yaş üstü için. Ya da yeteri kadar eş cinsellikle olgunlaşan kişiler için. Kitabın davetkar duran renkli kapağına ve ince olmasına aldanmayın.
Bir önceki okuduğum "Volkan'ın Roman"ı kadar sıkıcı değil ama yinede iyi değil. Birbirimize, Ahmet'in kendini esas alarak, ki sanrım bir kaçı dışında -ben öyle inanmak istedim- yaşadıklarından ele alınmış öykülerden oluşuyor. Her öykü, genelde ilişkiler üzerine. Eş cinsel ilişkiler... Bu gece bu bardaki kişi ile nasıl geçiririm, bu sanatçı ile nasıl flört ederim... Bu bina boyacısı ile nasıl röntgencilik yapıp, onu çıplak hayal ederim; ki buna acıyıp, çok güldüm. Küçümsemiyorum, ama beklediğim edebi anlatım şekli değil benim için sadece. Onun yazı üslubu, sanki sizle sohbet edermiş gibi, size röportajından bir kesit sunulurmuş gibi. Gerçi çok şeker biri kendisi.
Belki de bilerek, risk alarak kendini kurgulamış/kullanmıştır. Ama fazla aceleci ve fazla cümle tekrarlayıcı. Bu cümle tekrarlamaları beni yordu.
30 Kasım 2009 Pazartesi
29 Kasım 2009 Pazar
En beğendiğim 10 film
Bu blog'a yazmaya başlayalı, en sevdiğim filmleri, ki özellikle The Dark Knight'ı izledikten sonra 2008'de tekrar gözden geçirmem gerek demiştim. Araya Frost/Nixon, Milk, Wall-E girdi, Twilight kitapları derken, ben habire film izleyip, kitap okudum. 2007'de Miyazaki filmlerini ve Kieslowski'nin Üç Renk filmlerini görüp, çok beğenmiştim. Ondan önce 2000'lerden bu yana ilk beş filmim vardı. En sevdiğim beş film bunlar deyip, pat diye sıralardım. Zamanla bu ikişerli sıralama (alternatifleri) ile bu sayı ona çıktı. Aslında izlediğim çok hoş filmler var, ondan fazla tabii. Bu ayın özel ciltli Sinema dergisini merak edip aldıkta; resmen boşluk, tavsiye etmem; en beğenilen 100 film listesi yapmışlar. Mutlaka görmelisiniz diye... Filmin birinci sırasında ne göreyim, Dövüş Kulübü. Güldüm tabii... Bu filmi anlayabilen var mı, sevdikleri kadar bari diye...
Sinema yazarlarına baktığımızda da çoğu kendi zevkine ve eskiye, özellikler 90'lara bağlı kalarak sıralamışlar beğenilerini. Kimisi hala "Bir Rüya için Ağıt" filmini överken, kimi benim hiç izlemediğim Doğu (Japonya/Hong Kong) filmini koymuş bir numarasına. Kızmıyorum; sonuçta herkesin beğenisi ayrı ama bunlar her türlü film izleyen, güncel olayları takip eden kişiler. Hiç mi yenilerden etkilenmiyorlar ya da hiç mi klasikleri beğenmiyorlar? Ya da bunlar normal benim gibi film izleyen kişiler... Yani diğer filmleri nasıl görmezden gelebiliyorlar anlayamıyorum. Bir de kimisi listesine Issız Adam'ı da eklemiş sanırım. Al bir de buradan yak hesabı...
Sinema yazarlarına baktığımızda da çoğu kendi zevkine ve eskiye, özellikler 90'lara bağlı kalarak sıralamışlar beğenilerini. Kimisi hala "Bir Rüya için Ağıt" filmini överken, kimi benim hiç izlemediğim Doğu (Japonya/Hong Kong) filmini koymuş bir numarasına. Kızmıyorum; sonuçta herkesin beğenisi ayrı ama bunlar her türlü film izleyen, güncel olayları takip eden kişiler. Hiç mi yenilerden etkilenmiyorlar ya da hiç mi klasikleri beğenmiyorlar? Ya da bunlar normal benim gibi film izleyen kişiler... Yani diğer filmleri nasıl görmezden gelebiliyorlar anlayamıyorum. Bir de kimisi listesine Issız Adam'ı da eklemiş sanırım. Al bir de buradan yak hesabı...
Eric Brevig - Journey to the Center of the Earth
Çok ahım-sahım bir şey diye ummuştum ama TV'de izlenebilecek basit bir film buldum. Yer yer abuk-sabuk durumlara, detaylı ele alınamamış senaryosuna çok güldüm. 3D değil de, DVD halini izledim. 3D olabilecek yerleri de zaten hayal edebiliyorsunuz kurguya göre. Özellikle yere düşüş sahneleri çok, çok komik. Komik olduğu için değil de, aptallık içerdiği için. Aklıma Bugs Bunny'deki düşüncesiz intikam almaya çalışan Duffy Duck geldi hep.
27 Kasım 2009 Cuma
Twilight (again)
Yeğenler ile ne izleyelim derken, onlara Yeni Ay filminin tanıtımlarını göstermiştim; hepimizin istediği Twilight filmi olsun dediler. Kitaplarını biz okurken merak etmişlerdi zaten. Neyse filmi izledik. Biz iki kişi Yeni Ay filmini izlemiş olarak, ay bu ne salak bir filmmiş, çocuk işiymiş şeklinde tepki verdik. Vampirlerin hareketleri ne kadar yavaşmış. Bella ne kadar çocuk gibi, kısa. Edward zaten on beş yaşında gibi ve gene yamuk. Ne kadar çok piyano sesi var. Aaa, burda Robert şarkı söylüyordu di mi... Senaryoda aklımıza takılan, eksikleri tamamlar gibi yerine cuk oturan anahatar kelimeleri iki film arasıda daha iyi konumlandırdık. Yeni Ay cidden iyi bir prodüksiyon, daha fazla bütçe ile çekilmiş olgun bir filmmiş. Victoria'nın sahnesi ne kadar muhteşem... İlk filmde Charlie ne kadar kiloluymuş... Jessica kime benziyor diyordum Türklerden kaç gündür, şimdi buldum Doğa Rutkay... Twilight DVD'si güzeldi. O zamanlar güzeldi. Yeni Ay güzelliğini de ordan aldı zaten. Rosalie hariç tabii...
26 Kasım 2009 Perşembe
Yemekteyiz
Aslında huyum değildir TV izlemek, ama geçen kış takip ederdim bu programı. Hem güzel yemekler öğrenir, yapılışını izlerdik. Bir disiplin ve saygı vardı. Evet çok çok uzatılmış, "televole-yemek masalı" bir formdu; ki televole'den oldum olası nefret etmişimdir...
Zaman geçti ben elimi eteğimi çektim.
Zaten hala zaman zaman TV açıksa, ne var diye bir başımı çevip; bu ses kime ait, kim/ne görünüyor diye kısa süreliğine bakarım o kadar. Bu bakman ile sınırlı TV izlemem. NTV izlerdim, haberleri filan, artık oralı da değilim... Sadece kaçırmazsam Yaprak Dökümü'nü ve Aşk-ı Memnu'yu izliyorum sadece. Bunları izledikten sonra bir akşam ne var ne yok diye gezinilirken kanallarda, Yemekteyiz programının tekrarı vardı. Hatay kısmı yarışıyordu...
3 Kadın, 2 Erkek yarışmacı vardı. Genelde öyle mi bilmiyorum...
Dilek hanım adını kolay unutamayacağım galiba. Ki büyük bir şoktu benim için...
Dilek, Deniz, Yasemin hanımlar ile Hakan, çok yapmacık Şakir beyler yarışmacılar.
İlk yarışmacı Dilek hanımdı. Onun hazırlığından başladık izlemeye, final akşamına kadar da izledik.
Genç biri, ki Doğu'da genç evlenilir; ikinci akşam Deniz hanıma konuk olduğunda, ilk akşamı bana dediğiniz bırakmadınız diye, mıncık mıncık her şeye bir neden, bir söz buldu. Beğenmedi, beğenmedi, beğenmedi. Ve kontrol edemediği ses ton ile şımarık bir ergen yavrusundan farksızdı tavrı, kişiliği. Allah vergisi deyip kızamıyorum da ama cidden sinir bir durumdu. Şimdiye kadar gördüğüm en çocuksu şahsiyetti. Neyse... Asıl mevzu bu ondan kagaladı, bundan bir kırıntı tattı; en sonunda hiç bir şeyi beğenmedi ve aç kaldım ben deyip çantasında çıkarıp, göstere göstere çokonat'ını yedi tatlı yerine... Bende herhalde dalga geçiyorlar diye düşündüm bir yandan, bir yandna da ağzım açık kalakaldım TV karşısında. Evet çok rahat tavrı ile yemeğe gelen kişi, onca emeği bir çikolataya yok sayıverdi!
Ömrü hayatımda, sevmediğim tatları, bana dokunacağına kısaca "ben bunu evde de yemem, yanlış anlama" deyip başka bir sofra kibarca geri çevirdim. Ya da zoraki bir iki kaşık aldım. Ama hala hayatta yemeyeceğim şeyler vardır, neyse... Hiç bir zaman bir başkasının sofrasında ben aç kaldım deyip sofrada çantadan bir gofret, çikolata, bisküvi çıkarıp yemedim. Yememde. Yani bunu bana gelen biri yapsa, o an TV'nin karşısında ağzım açık kala düşündüğüm 1-2 saniyelik şaşkınlıkta, herhalde onu doğruca kovar, paldır küldür kapı önüne koyardım. Ne büyük bir hakaret bu ya. Aç kalmak istemezsem de bir parça ekmek yerim, çekilirim sofradan. Evimde yerim, doyururum karnımı... Ömrümde böyle hakaret görmemiştim; öyle ağzım açık kalakaldım.
Bu kişi sonra, son akşam da misafir olduğu yarışmacıda da aynısını tekrar edip bu sefer eti form çıkardı, başladı yemeye. İşte orada atışıp durduğu Deniz hanım iki kelime ile ona koca bir tokat yapıştırdı, yapıştırdı da anlamadı. "Senin terbiyen bu kadar mı, yediğin bisküviden ikram etmeyi bilmez misin?" gibi bir şey dedi... Dedi de...
Yani film kopmuş çoktan, millet parayı ben kazanayım diye artık yemekleri çay kaşığı kadar tadımlık yaparak yemeye başlamış. Aman bu hoş değiş, şusu var, busu var... Çoğu kişi aç dolaşıyor. Yemek seçme şansı dahi yok. Bulamıyor!!! Hoş yemek programı; yemek ve misafir ağırlama kültürünü esas alıp yarışılıyor ama içine o Türk'lere özgü "televole" girince, adabı çoktan bozulmuş. Bir de yemediklerini "acıtasyon yaparak" sokak hayvanlarına veriyorlarmış. O koca torbanın içinden hemde seçip bulacakta, yiyecek hayvan. Koy bir pet tabağa bırak, kaldırımın yanına. Hayvan yiyince de al pet tabağını at, geri dönüşüm kutusuna. Hem göbeğin küçülür hareket edince, hem ruhun zenginleşir iyilik yaptın diye... Neyse...
Zaman geçti ben elimi eteğimi çektim.
Zaten hala zaman zaman TV açıksa, ne var diye bir başımı çevip; bu ses kime ait, kim/ne görünüyor diye kısa süreliğine bakarım o kadar. Bu bakman ile sınırlı TV izlemem. NTV izlerdim, haberleri filan, artık oralı da değilim... Sadece kaçırmazsam Yaprak Dökümü'nü ve Aşk-ı Memnu'yu izliyorum sadece. Bunları izledikten sonra bir akşam ne var ne yok diye gezinilirken kanallarda, Yemekteyiz programının tekrarı vardı. Hatay kısmı yarışıyordu...
3 Kadın, 2 Erkek yarışmacı vardı. Genelde öyle mi bilmiyorum...
Dilek hanım adını kolay unutamayacağım galiba. Ki büyük bir şoktu benim için...
Dilek, Deniz, Yasemin hanımlar ile Hakan, çok yapmacık Şakir beyler yarışmacılar.
İlk yarışmacı Dilek hanımdı. Onun hazırlığından başladık izlemeye, final akşamına kadar da izledik.
Genç biri, ki Doğu'da genç evlenilir; ikinci akşam Deniz hanıma konuk olduğunda, ilk akşamı bana dediğiniz bırakmadınız diye, mıncık mıncık her şeye bir neden, bir söz buldu. Beğenmedi, beğenmedi, beğenmedi. Ve kontrol edemediği ses ton ile şımarık bir ergen yavrusundan farksızdı tavrı, kişiliği. Allah vergisi deyip kızamıyorum da ama cidden sinir bir durumdu. Şimdiye kadar gördüğüm en çocuksu şahsiyetti. Neyse... Asıl mevzu bu ondan kagaladı, bundan bir kırıntı tattı; en sonunda hiç bir şeyi beğenmedi ve aç kaldım ben deyip çantasında çıkarıp, göstere göstere çokonat'ını yedi tatlı yerine... Bende herhalde dalga geçiyorlar diye düşündüm bir yandan, bir yandna da ağzım açık kalakaldım TV karşısında. Evet çok rahat tavrı ile yemeğe gelen kişi, onca emeği bir çikolataya yok sayıverdi!
Ömrü hayatımda, sevmediğim tatları, bana dokunacağına kısaca "ben bunu evde de yemem, yanlış anlama" deyip başka bir sofra kibarca geri çevirdim. Ya da zoraki bir iki kaşık aldım. Ama hala hayatta yemeyeceğim şeyler vardır, neyse... Hiç bir zaman bir başkasının sofrasında ben aç kaldım deyip sofrada çantadan bir gofret, çikolata, bisküvi çıkarıp yemedim. Yememde. Yani bunu bana gelen biri yapsa, o an TV'nin karşısında ağzım açık kala düşündüğüm 1-2 saniyelik şaşkınlıkta, herhalde onu doğruca kovar, paldır küldür kapı önüne koyardım. Ne büyük bir hakaret bu ya. Aç kalmak istemezsem de bir parça ekmek yerim, çekilirim sofradan. Evimde yerim, doyururum karnımı... Ömrümde böyle hakaret görmemiştim; öyle ağzım açık kalakaldım.
Bu kişi sonra, son akşam da misafir olduğu yarışmacıda da aynısını tekrar edip bu sefer eti form çıkardı, başladı yemeye. İşte orada atışıp durduğu Deniz hanım iki kelime ile ona koca bir tokat yapıştırdı, yapıştırdı da anlamadı. "Senin terbiyen bu kadar mı, yediğin bisküviden ikram etmeyi bilmez misin?" gibi bir şey dedi... Dedi de...
Yani film kopmuş çoktan, millet parayı ben kazanayım diye artık yemekleri çay kaşığı kadar tadımlık yaparak yemeye başlamış. Aman bu hoş değiş, şusu var, busu var... Çoğu kişi aç dolaşıyor. Yemek seçme şansı dahi yok. Bulamıyor!!! Hoş yemek programı; yemek ve misafir ağırlama kültürünü esas alıp yarışılıyor ama içine o Türk'lere özgü "televole" girince, adabı çoktan bozulmuş. Bir de yemediklerini "acıtasyon yaparak" sokak hayvanlarına veriyorlarmış. O koca torbanın içinden hemde seçip bulacakta, yiyecek hayvan. Koy bir pet tabağa bırak, kaldırımın yanına. Hayvan yiyince de al pet tabağını at, geri dönüşüm kutusuna. Hem göbeğin küçülür hareket edince, hem ruhun zenginleşir iyilik yaptın diye... Neyse...
Kısalardan - French Roast
Filmin tanıtımını izledim henüz ama pek değişik bir şey değil. Gotik havada, Ratatuy'daki kötü eleştirmen misali bir kara/nlık/msarlık var. Müzikler hoş... Ama gene en iyisi değil. İlk filme göre daha iyi tabi...
25 Kasım 2009 Çarşamba
Kısalardan - The Cat Piano
Çoğu kısa filmi sanırım 2 yıl önce "Kibritçi Kız"ı aratırken Google'da, YouTube'te yer aldığını keşfettim. Bu yıl ki Oscar adayı kısa animasyonlardan "The Cat Piano"yu da burdan izledim. Bana TV'de gösterilen Batman çizgi filmlerini havasını anımsattı. Karanlık çizimler, sivri kedi çizimleri; birazda Alaaddin havası var... Anlatıcı olarak Nick Cave yer alıyor. Jazz söyleyen, çalan, bohem havasında özgür yaşayan kediler şehri diyarı güzel ama en iyi kısa animasyon değil bence. Sıradaki...
23 Kasım 2009 Pazartesi
Kısa animasyon filmi 2010 Oscar adayları
Kısa animasyon film adayları, en iyi on film olarak açıklanmış.
UP filminden önce Partly Coudy'yi izlemiştim. Hoş bir şeydi. Ama adaylar arasında Nick Park'ı görünce, hemen "aha! tamam. kazanan belli" dedim. Zira geçen kış TV için yaptıkları kısa Wallace ve Gromit, fırıncılık yaptıkları hikaye ile rahatlıkla ilk üçe kalır ve (önceki başarısı ve sevgime dayanarak) ödülü kazanan film olur diye de iddia ediyorum, hiç böyle bir huyum olmamasına rağmen :-D
Wallace ve Gromit şahane bir ikilidir. Nick'in yaratıcılığı müthiştir. Dur-çek tekniği filmlerde üstüne yoktur. İlk iki kısa animasyonu ile iki Oscar ve en son uzun animasyon "Wallace ve Gromit: Yaramaz Tavşan'a Karşı" filmi ile de üçüncü Oscar ödüllerini aldılar. Dördüncüsü de yolda diyorum, YouTube'te aday olan kısa filmin yapım hikayesinin bağlantı adresini veriyorum >> http://www.youtube.com/watch?v=GnkqlNPDu1E&feature=fvst
aday listesi alıntısı için kaynak: http://theoscarboy.wordpress.com/2009/11/21/kisa-animasyon-aday-adaylari/
- “The Cat Piano,” Eddie White ve Ari Gibson, (The People’s Republic of Animation)
- “French Roast,” Fabrice O. Joubert, (Pumpkin Factory/Bibo Films)
- “Granny O’Grimm’s Sleeping Beauty,” Nicky Phelan ve Darragh O’Connell, (Brown Bag Films)
- “The Kinematograph,” Tomek Baginski, (Platige Image)
- “The Lady and the Reaper (La Dama y la Muerte),” Javier Recio Gracia, (Kandor Graphics and Green Moon)
- “Logorama,” Nicolas Schmerkin, (Autour de Minuit)
- “A Matter of Loaf and Death,” Nick Park, (Aardman Animations Ltd.)
- “Partly Cloudy,” Peter Sohn, (Pixar Animation Studios)
- “Runaway,” Cordell Barker, (National Film Board of Canada)
- “Variete,” Roelof van den Bergh, (il Luster Productions)
UP filminden önce Partly Coudy'yi izlemiştim. Hoş bir şeydi. Ama adaylar arasında Nick Park'ı görünce, hemen "aha! tamam. kazanan belli" dedim. Zira geçen kış TV için yaptıkları kısa Wallace ve Gromit, fırıncılık yaptıkları hikaye ile rahatlıkla ilk üçe kalır ve (önceki başarısı ve sevgime dayanarak) ödülü kazanan film olur diye de iddia ediyorum, hiç böyle bir huyum olmamasına rağmen :-D
Wallace ve Gromit şahane bir ikilidir. Nick'in yaratıcılığı müthiştir. Dur-çek tekniği filmlerde üstüne yoktur. İlk iki kısa animasyonu ile iki Oscar ve en son uzun animasyon "Wallace ve Gromit: Yaramaz Tavşan'a Karşı" filmi ile de üçüncü Oscar ödüllerini aldılar. Dördüncüsü de yolda diyorum, YouTube'te aday olan kısa filmin yapım hikayesinin bağlantı adresini veriyorum >> http://www.youtube.com/watch?v=GnkqlNPDu1E&feature=fvst
aday listesi alıntısı için kaynak: http://theoscarboy.wordpress.com/2009/11/21/kisa-animasyon-aday-adaylari/
20 Kasım 2009 Cuma
Chris Weitz - The Twilight Saga: New Moon
Filmi izledik. Yorumum sonra... // Fotoğraflar, iTunes Yeni Ay podcast tanıtımlarından. Kolaj: MK. Sol üst: Laurent'in ölümü, Sağ üst: Edward'ın Bella ve Jacob ile karşılaşması, Sol alt: Bella, Edward ile Cullen'lerin doğum günü partisinde, Sağ alt: Victoria ormanda kurtlardan kaçarken.
23 Kasım 2009 Pazartesi // Filmi bugün ikinci kez izledikten sonra yazabilirim artık. İlkin 20 Kasım 2009'da Beylükdüzü AFM Sinemalarında 13:45 seansı ile izleyip merakımızı giderdikten sonra bugün Bakırköy Cinebonus Capacity'de 16:30 seansı ile filmi pekiştirmiş oldum.
Kitaplarını okuyup izlemiş olduğum için, Mart ayından bu yana, gene de geniş hali ile olayları bildiğim için film hali Yeni Ay'ın parça parça ondan bundan gösterilirmiş geldi bana. Her şeyden azar azar gibi... Öte yandan ilk filmi, Alacakaranlık'ı önce filmi izleyip, sonra kitabı okumuştum. Kitabını okuyunca tabii filmi daha iyi anlamıştım.
Beklediğim gibi değildi film. Ama kötü de değil. Kitabı okumayanlar beğenecektir. Kitabı okuyanlar da fazla beklenti içinde olmazsa beğenecektir. Ben daha posteri belli olduğu andan itibaren bu kahverengi tonu yakıştıramamış ve pek sevmemiştim. Kasım ayında gösterileceği için herhalde böyle seçmişler demiştim. Haksız da sayılmam, mevsimine uygun oldu. Tanıtımlarından izlediğim kadarı ile daha çok kurt adamlar ile vampirler arasında dövüş ve Bella'nın doğum günü akşamı için daha geniş anlatımlar ummuştum. Bella'nın, Edward tarafından terk edilince ormanda çamura bulanışını, daha trajik hayal etmiştim. Tıpkı kendini uçurumdan atarken ki gibi... Volturi ailesini daha farklı hayal etmiştim... Yazarın dediği gibi herkes kitabı okurken karakterleri farklı hayal edebilir, önemli olan burda yönetmenin bunu (ortalama olarak) izleyiciye güzel sunması; satın-alınabilir olması... Film izlenmezse, döngü devam etmez sonuçta.
En beğendiğim sahne tama yakın hali ile kullanılan Thom Yorke'un "Hearing Damage" şarkısı eşliğinde Victoria'yı ormanda kovalama sahnesiydi. Hem Charlie'nin, hem Victoria'nın, hem de Bella'nın acılarını hissettikleri ve bunu "Matrix-Jump" tarzı yavaşlama-hızlanma efekleri eşliğinde yapması muhteşemdi. Ki ikince kez filmi izlerken, sırf bu anın keyfini bir kez daha sürdüm... İkincsi ise, Bella'nın zaman değişse de aynı yerde kalmasını ifade eden, odasından etrafın değişmesi sahnesi oldu. Örnek müzik olarak Lykke Li'den "Possibility" çalıyordu...
En çok güldüğüm sahne ise Voltori'lere gösterilirken bizim de gördüğümüz Edward ile Bella'nın vampir olup, Türk filmlerindeki gibi mutlu bir halde kırlarda koşma sahnesi idi. Sonra Jessica'nın monoloğu sahnesi de çok hoştu... Ve tabii ki Bella'nın kabus gördüğü, haykırarark uyandığı sahneler...
Yönetmenin bu projeye tek katkısı "Wolf Pack" diye isimlendirdikleri at büyüklüğündeki kurt adamları yaratması olmuş. Ne yazık ki etraflarında insan olmadığı zaman bu kurt adamlar, ormanda dolaşan normal kurt gibi kalmış. Voltori'leri çok sivri yapmışlar. Şatoda yaşayan aristokratlar misali. Eski kont drakula filmlerindeki vampirler gibi olmuş. "Aro" rolündeki Michael Sheen, hoştu. "Jane" rolündeki Dakoto çok sinirdi. Kısa ama ukala hali ile akılda kalıcı idi.
Rosalie en, en çirkin Cullen olmuş. Makyajı ve saçı iğreçti. Güzellik abidsi olarak anlatılması ile burdaki hali tam tezat. Tüm Cullen'lerdeki o kocaman topaz renk lensler, kestane kadar gözleri olmasını sağlamış. Çok abartı duruyorlardı. Jasper'de yandan kesilmiş dağ gibi, daha çok yan profilden görülüyordu, kamera onu gösterdiğinde. En komiği de hep acı çeken, yamuk duran Edward'dı... O da daha çok kahverengi tonda ve yan profildi... Ona "küçük emrah" diye takıldık... Jacob'ın kısa saçlı hali çok karizmatikti!
Şu ara izlenecek en düzgün filmlerden Yeni Ay. Bence izlenilmeli, kitabı da okunulmalı. Çok hoş bir aşk hikayesi... Bakalım 2010'da gösterime girecek olan ve çekilmiş olan "Tutulma" filmi nasıl olacak? Merakla bekliyoruz...
23 Kasım 2009 Pazartesi // Filmi bugün ikinci kez izledikten sonra yazabilirim artık. İlkin 20 Kasım 2009'da Beylükdüzü AFM Sinemalarında 13:45 seansı ile izleyip merakımızı giderdikten sonra bugün Bakırköy Cinebonus Capacity'de 16:30 seansı ile filmi pekiştirmiş oldum.
Kitaplarını okuyup izlemiş olduğum için, Mart ayından bu yana, gene de geniş hali ile olayları bildiğim için film hali Yeni Ay'ın parça parça ondan bundan gösterilirmiş geldi bana. Her şeyden azar azar gibi... Öte yandan ilk filmi, Alacakaranlık'ı önce filmi izleyip, sonra kitabı okumuştum. Kitabını okuyunca tabii filmi daha iyi anlamıştım.
Beklediğim gibi değildi film. Ama kötü de değil. Kitabı okumayanlar beğenecektir. Kitabı okuyanlar da fazla beklenti içinde olmazsa beğenecektir. Ben daha posteri belli olduğu andan itibaren bu kahverengi tonu yakıştıramamış ve pek sevmemiştim. Kasım ayında gösterileceği için herhalde böyle seçmişler demiştim. Haksız da sayılmam, mevsimine uygun oldu. Tanıtımlarından izlediğim kadarı ile daha çok kurt adamlar ile vampirler arasında dövüş ve Bella'nın doğum günü akşamı için daha geniş anlatımlar ummuştum. Bella'nın, Edward tarafından terk edilince ormanda çamura bulanışını, daha trajik hayal etmiştim. Tıpkı kendini uçurumdan atarken ki gibi... Volturi ailesini daha farklı hayal etmiştim... Yazarın dediği gibi herkes kitabı okurken karakterleri farklı hayal edebilir, önemli olan burda yönetmenin bunu (ortalama olarak) izleyiciye güzel sunması; satın-alınabilir olması... Film izlenmezse, döngü devam etmez sonuçta.
En beğendiğim sahne tama yakın hali ile kullanılan Thom Yorke'un "Hearing Damage" şarkısı eşliğinde Victoria'yı ormanda kovalama sahnesiydi. Hem Charlie'nin, hem Victoria'nın, hem de Bella'nın acılarını hissettikleri ve bunu "Matrix-Jump" tarzı yavaşlama-hızlanma efekleri eşliğinde yapması muhteşemdi. Ki ikince kez filmi izlerken, sırf bu anın keyfini bir kez daha sürdüm... İkincsi ise, Bella'nın zaman değişse de aynı yerde kalmasını ifade eden, odasından etrafın değişmesi sahnesi oldu. Örnek müzik olarak Lykke Li'den "Possibility" çalıyordu...
En çok güldüğüm sahne ise Voltori'lere gösterilirken bizim de gördüğümüz Edward ile Bella'nın vampir olup, Türk filmlerindeki gibi mutlu bir halde kırlarda koşma sahnesi idi. Sonra Jessica'nın monoloğu sahnesi de çok hoştu... Ve tabii ki Bella'nın kabus gördüğü, haykırarark uyandığı sahneler...
Yönetmenin bu projeye tek katkısı "Wolf Pack" diye isimlendirdikleri at büyüklüğündeki kurt adamları yaratması olmuş. Ne yazık ki etraflarında insan olmadığı zaman bu kurt adamlar, ormanda dolaşan normal kurt gibi kalmış. Voltori'leri çok sivri yapmışlar. Şatoda yaşayan aristokratlar misali. Eski kont drakula filmlerindeki vampirler gibi olmuş. "Aro" rolündeki Michael Sheen, hoştu. "Jane" rolündeki Dakoto çok sinirdi. Kısa ama ukala hali ile akılda kalıcı idi.
Rosalie en, en çirkin Cullen olmuş. Makyajı ve saçı iğreçti. Güzellik abidsi olarak anlatılması ile burdaki hali tam tezat. Tüm Cullen'lerdeki o kocaman topaz renk lensler, kestane kadar gözleri olmasını sağlamış. Çok abartı duruyorlardı. Jasper'de yandan kesilmiş dağ gibi, daha çok yan profilden görülüyordu, kamera onu gösterdiğinde. En komiği de hep acı çeken, yamuk duran Edward'dı... O da daha çok kahverengi tonda ve yan profildi... Ona "küçük emrah" diye takıldık... Jacob'ın kısa saçlı hali çok karizmatikti!
Şu ara izlenecek en düzgün filmlerden Yeni Ay. Bence izlenilmeli, kitabı da okunulmalı. Çok hoş bir aşk hikayesi... Bakalım 2010'da gösterime girecek olan ve çekilmiş olan "Tutulma" filmi nasıl olacak? Merakla bekliyoruz...
17 Kasım 2009 Salı
Rihanna - Rated R

Albümden çıkan/çıkacak "Russian Roulette", "Hard", "Wait Your Turn" gayet iyiler. Onun dışında en beğendiğim "Rude Boy" oldu. Justin'in yazdığı "Cold Case Love" da fena değil. Genel anlamda siber boşlukta, elektronik baslar-ritmler, zaman zaman rock gitar tınıları, ilişlikler üzerine yapılmış modern R&B albümü olmuş. Bir önceki albüme göre farklı bir kıyaslama olur ama daha olgun; genel anlamda daha az başarılı bir albüm. Açıklık-çıplaklık; sanırım hep Madonna "Erotica" albümü ile kıyaslanacak olsa da; bunu her kişi/sanatçı için "bir olgunluk ve ifade etme özgürlüğü ile dışa vurum olarak" eşleştirmek, daha doğru olur. Bu birazda "ben büyüdüm" demenin başka bir yolu. 18 yaş ve üstü için. Ne de olsa derin ilişkiler bu yaştan sonra yaşanıyor... // Fotoğraflar, Wikipedia English'ten.
15 Kasım 2009 Pazar
Ahmet Tulgar - Volkan'ın Romanı
Ahmet Tulgar daha önce gazeteden takip ettiğim biriydi. Çakırkeyif bir adama benziyordu... Bana göre ropörtajcılıkta kadınlarda Ayşe Arman, erkeklerde de Ahmet Tulgar'dı en keyiflisi, en cesuru, en başarılısıydı...
Gel gelim bu kitabı merakla okumaya başlamama rağmen, çok ağır ilerleyen; yer yer "tek bir cümle" manasını çoğaltılmış cümleler şeklinde bir sayfa boyunca okumak, ister istemez ağzında geveler gibi istemediğin bir şeyi, devam etmiyor, ettiremiyor bünye... Benim bile yazı biçimim değişivermiş hemen...
Az kaldı, umarım sonu güzel biter.
23 Kasım 2009 // 19 Kasım günü romanı bitirdim. Yer yer yazarın kendini de içine katması, güncel olarak gelişen olaylar-güncelle kurgu iç içe şeklinde işlemiş yazısı. Yer yer çok dikkatimi çeken, beni boğan, tıkayan bir anlatımı vardı: adam ayağını kadırıp adım attıyı ifade ederken; o kadar uzatıyor ki, eh-öh-pöf dedirtiyor. Bu manada beğenmedim romanı. Komplo teorisi üzerinden giderken, güncel olabilecek bir karamsar polis ayrımcılığını anlattığını varsayıyorum. Yer yer kominizim ve örgüt söylemlerini okumak beni rahatsız etti. Ki kominizim propagandası yaptığı için hapis yatmış. Kominizim bana hep hoş gürünmüş ama bir türlü var olamamış bir ütopya gibi gelmiştir, gelir. Komünist bir sistemde yaşadığım için, az çok bir anım var. O yüzden onu savunmanın modasının geçtiğini düşünüyorum. Kitabı beğenmediğim için tavsiye de etmiyorum. Aldığım baskı hala tükenmeyen ilk basım olduğunun göz önünde bulundurursak, makul karşılanır açıklamam.
Ama hala tadı damağımdadır röportajlarının...
Gel gelim bu kitabı merakla okumaya başlamama rağmen, çok ağır ilerleyen; yer yer "tek bir cümle" manasını çoğaltılmış cümleler şeklinde bir sayfa boyunca okumak, ister istemez ağzında geveler gibi istemediğin bir şeyi, devam etmiyor, ettiremiyor bünye... Benim bile yazı biçimim değişivermiş hemen...
Az kaldı, umarım sonu güzel biter.
23 Kasım 2009 // 19 Kasım günü romanı bitirdim. Yer yer yazarın kendini de içine katması, güncel olarak gelişen olaylar-güncelle kurgu iç içe şeklinde işlemiş yazısı. Yer yer çok dikkatimi çeken, beni boğan, tıkayan bir anlatımı vardı: adam ayağını kadırıp adım attıyı ifade ederken; o kadar uzatıyor ki, eh-öh-pöf dedirtiyor. Bu manada beğenmedim romanı. Komplo teorisi üzerinden giderken, güncel olabilecek bir karamsar polis ayrımcılığını anlattığını varsayıyorum. Yer yer kominizim ve örgüt söylemlerini okumak beni rahatsız etti. Ki kominizim propagandası yaptığı için hapis yatmış. Kominizim bana hep hoş gürünmüş ama bir türlü var olamamış bir ütopya gibi gelmiştir, gelir. Komünist bir sistemde yaşadığım için, az çok bir anım var. O yüzden onu savunmanın modasının geçtiğini düşünüyorum. Kitabı beğenmediğim için tavsiye de etmiyorum. Aldığım baskı hala tükenmeyen ilk basım olduğunun göz önünde bulundurursak, makul karşılanır açıklamam.
Ama hala tadı damağımdadır röportajlarının...
13 Kasım 2009 Cuma
Oscar 2010 Animasyonları
Bir blogtan öğrendim, Oscar 2010 için yarışmaya aday olan ilk elemedeki, toplam 20 animasyon belli olmuş. Bu yıl en iyi film adaylığı ona geri çekilmişken, bakalım "En iyi Animasyon (uzun metrajda)" film adaylığı üçten, beşe yükselebilecek mi?...
Adaylar:
Adaylar:
- “Alvin and the Chipmunks: The Squeakquel”
- “Astro Boy”
- “Battle for Terra”
- “Cloudy with a Chance of Meatballs”
- “Coraline”
- “Disney’s A Christmas Carol”
- “The Dolphin – Story of a Dreamer”
- “Fantastic Mr. Fox”
- “Ice Age: Dawn of the Dinosaurs”
- “Mary and Max”
- “The Missing Lynx”
- “Monsters vs. Aliens”
- “9”
- “Planet 51”
- “Ponyo”
- “The Princess and the Frog”
- “The Secret of Kells”
- “Tinker Bell and the Lost Treasure”
- “A Town Called Panic”
- “Up”
Koyu puntolu olan filmler şimdiye kadar izlediklerim. Ama benim için heyecan verici olarak "A Christmas Carol" ve "9" ile "Fantastic Mr. Fox" filmleri yer alıyor. "Kutup Ekspresi" ile iyi iş çıkaran, "Canavar Ev" ile tekrar aday olan Robert Zemeckis merak ettiklerimden. Tim Burton işi "9" da öyle...
Benim aday kalacak tahminlerim;
- Ponyo
- Up
- 9
- Fantastic Mr. Fox
- A Christmas Carol
Ponyo için şimdi aklıma geldi, Shrek'teki gibi "En iyi Uyarlama Senaryo" dalında da Oscar adayı olmasını dilerim. Zira Küçük Deniz kızı hikayesinden güzel film yaratmış usta Miyazaki...
liste için kaynak: http://theoscarboy.wordpress.com/2009/11/12/20-animasyon/
liste için kaynak: http://theoscarboy.wordpress.com/2009/11/12/20-animasyon/
12 Kasım 2009 Perşembe
Apparat - Walls
Güzel...
Sakin. Dinlendirici bir albüm...
"Not a Number" her dinleyişimde Memoirs of a Geisha filmini hatırlatıyor bana.
"Holdon" ve Sasha'nın Invol2ver albümündne tanıyıp sevdiğim "Arcadia" güzel.
"Like a Porcelain" hoş...
Mine'nin "Benim Günüm" EP'sini dinledikten sonra anlıyorum ki, oldukça müzikal olarak etkilenmiş Apparat'tan. İyi de etmiş. Kendini ifade etme biçimi, elektronik müzik ile oldukça başarılı.
Sakin. Dinlendirici bir albüm...
"Not a Number" her dinleyişimde Memoirs of a Geisha filmini hatırlatıyor bana.
"Holdon" ve Sasha'nın Invol2ver albümündne tanıyıp sevdiğim "Arcadia" güzel.
"Like a Porcelain" hoş...
Mine'nin "Benim Günüm" EP'sini dinledikten sonra anlıyorum ki, oldukça müzikal olarak etkilenmiş Apparat'tan. İyi de etmiş. Kendini ifade etme biçimi, elektronik müzik ile oldukça başarılı.
8 Kasım 2009 Pazar
Tüyap 2009
Bugün Tüyap kitap fuarı ve sanat fuarındaydık Çok yürüdük, çok yoruldum. Komik fotoğraflar çektirdik. İstediğim kitapları aldım. Balon alıp, elimde salladım; keyifliydi...
6 Kasım 2009 Cuma
Anne Fontaine - Coco avant Chanel
Cuma günü fırsatım olursa, "Coco, Chanel'den Önce" filmini izleyeceğim. Audrey Tautou'nun oyunculuğunu çok merak ediyorum. Umarım güzel bir dönem filmidir ve kendiside bu yıl "En iyi Kadın Oyuncu" dalında Oscar adayı olur.
Filmden sonra, 6 Kasım 2009, gece //
Evet filmi izledim. Beklediğim gibi şahane bir şey değildi, mesela "La Mome" gibi değildi. Ona benzerdi ama oyunculuklar zayıf. Audrey, zayıf olduğu için mi, tipinden mi; karaktere tam olgunluğunu yansıtamıyor. Evet güzel oynuyor, şarkı söylüyor, o kara gözleri ile etrafı iyi gözlemliyor ama... İşte o ama her şeyi eksik bırakıyor. 3 yıldız verebilirim filme. Dönem filmi. Chanel olmadan önce Coco lakaplı Gabrielle'nin çocukluğu ve gençliğini anlatıyor. Tanıştığı albay mı, yüzbaşı mı o daha çok dikkatimi çekti. O daha iyi oynamış filmde. Akmış hatta... Kostümler güzel, belki Oscar adayı olabilir ama Marie Antonnette gibi şaşalı ve ödül alacak türden değil. Zaten Monet'in Bahçedeki Kadın tablosu gibi dantel ve tül giyimli kadınlara çok güldüm. Kafalarındaki tüylü şapkalar ile Coco'nun dalga geçtiği gibi, bana deniz kenarındaki martı kuşlarını hatırlattı hep.
Sonuç, dram, yer yer sıkıcı, ama seyirlik, hoş film. Coco'nn çoğu fikrine, öz güvenine, saygı görme isteğine, boşvermişliğe karşı çıkışına, martı kuşları arasında siyah bir karga gibi ışıl ışıl parlamasına hayran kaldım. Tıpkı Madonna gibi. Bir kadın her zaman kendine bakabilmeli, kendine yetebilmeli ve erkekleri sadece araç olarak kullanabilmeli. Titanik'teki Rose gibi hiç bir zaman vazgeçmemeli...
Unutmadan, Coco'nun dans ederken giydiği siyah sade dekolte elbisesi, mavi çizgili bluzu ve filmin sonunda merdivenlerden yansıyan güzelliği ile zarif takımı muhteşem. Ayrıca Boy'un karizması, giydiği koyu mavi takımı, smokini çok şık, ona çok yakışıyor; Daniel Day-Lewis misali bıyıklı yüzü ifadesi, Ralph Fiennes gibi keskin bakışları ise insanın içine işliyor...
Filmden sonra, 6 Kasım 2009, gece //
Evet filmi izledim. Beklediğim gibi şahane bir şey değildi, mesela "La Mome" gibi değildi. Ona benzerdi ama oyunculuklar zayıf. Audrey, zayıf olduğu için mi, tipinden mi; karaktere tam olgunluğunu yansıtamıyor. Evet güzel oynuyor, şarkı söylüyor, o kara gözleri ile etrafı iyi gözlemliyor ama... İşte o ama her şeyi eksik bırakıyor. 3 yıldız verebilirim filme. Dönem filmi. Chanel olmadan önce Coco lakaplı Gabrielle'nin çocukluğu ve gençliğini anlatıyor. Tanıştığı albay mı, yüzbaşı mı o daha çok dikkatimi çekti. O daha iyi oynamış filmde. Akmış hatta... Kostümler güzel, belki Oscar adayı olabilir ama Marie Antonnette gibi şaşalı ve ödül alacak türden değil. Zaten Monet'in Bahçedeki Kadın tablosu gibi dantel ve tül giyimli kadınlara çok güldüm. Kafalarındaki tüylü şapkalar ile Coco'nun dalga geçtiği gibi, bana deniz kenarındaki martı kuşlarını hatırlattı hep.
Sonuç, dram, yer yer sıkıcı, ama seyirlik, hoş film. Coco'nn çoğu fikrine, öz güvenine, saygı görme isteğine, boşvermişliğe karşı çıkışına, martı kuşları arasında siyah bir karga gibi ışıl ışıl parlamasına hayran kaldım. Tıpkı Madonna gibi. Bir kadın her zaman kendine bakabilmeli, kendine yetebilmeli ve erkekleri sadece araç olarak kullanabilmeli. Titanik'teki Rose gibi hiç bir zaman vazgeçmemeli...
Unutmadan, Coco'nun dans ederken giydiği siyah sade dekolte elbisesi, mavi çizgili bluzu ve filmin sonunda merdivenlerden yansıyan güzelliği ile zarif takımı muhteşem. Ayrıca Boy'un karizması, giydiği koyu mavi takımı, smokini çok şık, ona çok yakışıyor; Daniel Day-Lewis misali bıyıklı yüzü ifadesi, Ralph Fiennes gibi keskin bakışları ise insanın içine işliyor...
Sam Mendes - Road to Perdition
Geç izlediğim filmlerden biri yine... Paul Newman'a bayıldım. oyunculuğu enfes! Hemen film biter bitmez, "En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu" Oscar ödülünü kim almış diye baktım... Ama Chris Cooper'da çok iyiydi. Görüntüler enfes! Zaten Oscar aldı (sonunda Conrad!). Tom Hanks gene övgüyü hak ediyor. Daniel Graig, arıza oğul imajı ile Eastern Promises'teki Vincent Cassel'i hatırlattı. Tabii bu film daha önce yapılmış! Jude Law iyi; ama kendisine gıcık oluyorum ve hiç beğenmiyorum. Sam Mendes'e diyecek söz yok. Kendisi Amerikan Güzeli'nden favorim. Güzel bir filmmiş. 4 yıldız...
Herbert Ross - The Secret of My Success
1987 yapımı bu filmi izlerken çok güldüm. Michael J. Fox'un baş rolde olduğu bu filmi "iş yerinde geçen bir komedi" diye aldım; ki öyle de çıktı. 1980'lerin yansıltıldığı birebir benzer müzikler, asi havalar, başarma hırsı/hayal dünyası, o zamanın modası ve saç stilleri..! Lady GaGa'yı bol bol aklımdan geçirdim... Müziklerini David Foster'in yaptığı, ki sanırım Whitney Houston'un prodüktörüydü son zamanlarda, sonlara doğru 4'lü ilişki ile gayet eğlenceli. Aşk-ı Memnu kadar açık değil, sansasyonel değil ama üstü kapalı, gösteri ile ifade edilen "bilinç altı" anlatımı süper. Hele ki çılgın yengeye bayıldım. Kadınlar bir zamanlar (ve hala) ne kadar moda etrafında kontrol edilirmiş... (örnek: Ahu Tuğba stili) Ve şu aynı çıs-tak cıs-tak pop-rock müziği yok mu; ölüyorum ona. İğrenç ötesi bir şey. Allah'tan teknoloji gelişti de, elektronik müzik var. Lady GaGa hoş tabi, yeni basım albümü de 80'ler tarzında... Hadi bakalım, 3 yıldız...
5 Kasım 2009 Perşembe
Victor Fleming - Gone with the Wind
Banu Alkan'ın ayıla bayıla hep övdüğü, izlenmesi gereken ve kendisinin en beğendiği film diye daha önce TV'den aklımda kalanlar bunlar... Herhalde kendisini o filmde oynuyor sanıyordu, neyse... Margaret Mitchell'in Pulitzer Ödüllü, ilk ve tek kitabından sinemaya uyarlanmış film, 13 dalda Oscar adayı olup, 8 tane kazanmış; daha sonra 2 tane de Özel Oscar ödülü daha almış. İlk tamamı renkli çekilmiş Oscar ödülü alan ve Oscar ödülü almış en uzun süreli film (3 saat 54 dakika). Ve zamanında 17 kategoride adaylık varken 13 tanesine aday olmuş, yine ilk kez 6 ödülden fazla Oscar kazanmış film. Akademi, En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu ve En iyi Şarkı adaylıkları vermemiş filme; verseymiş 15 dalda aday olan ilk ve tek film olurmuş... Neyse yaklaşık 4 saat dayanıp, izleyebilecek miyim? "Giant" filminden beğenim var eski filmlere, neden olmasın...
8 Kasım 2009, 01:35 //
Filmi izliyorum! Orta kısmına geldik...
Gülmekten öldüm. Uzun zamandır böyle eğlenceli bir film izlemedim. Scarlette süper bi' şey. Aklıma hep Banu Alkan'ı getiriyor. Eski filmlere de bayılıyorum! "Overture" ile açılıp, kapanış yazılarını önce, film açılışı yerine veriyorlar. Oyuncular tanıtılıp, sonra film başlıyor. Ah Scarlette, ah... Koca kasaba, şehir yandı; o hala nerde benim beş çayım diyor... Tavrı "Teldeki Kuş" filmindeki Goldie Hown'a benziyor... Şehir Yakiler tarafından yakılıp, yıkılıyor; yiyecek, giyecek bir şey yok; binalar yakılmış yıkılmış, o baloya gitmek istiyor... Askerler ölü, ölmek üzre yerde yatıyor, yardım istiyor; o bana bulaşmayın diyor... Tanrım! Bu kadarı olmaz... Ne güldüm ya... Süper! Drama da kahkaha atıyorum, ne garip...
8 Kasım 2009, 03:45 //
Ay ne güldüm ne güldüm yarabbim... Red ve Scarlette izlediğim en kaçık, en müthiş zıtlı çift. Kim kime laf sokacak diye müthiş bir senaryo yazılmış. Olağanüstü! Ağır bir dram izleyeceğimi düşünüp, çekinirken hayatımda izlediğim en güzel komedilerden biriydi. Gece yarısı kahkaha atarken utandım bile. Hem komşuları uyandırmaktan, hem dram tarzı bir filmde gülmekten... Mükemmel bir film! Herhalde tam doğru zamanda izlemişim. Ay süper, süper! Yönetim, görüntüler, ses mükemmel. Dadı rolündeki kadının oyunculuğu mükemmel. Scarlett, izlediğim en iyi kadın oyuncu performanslarından biri. Kadın başından bir ömü geçer gibi bir sürü şey geçiyor ve "Olsun, yarın yeni bir gün" deyip sil baştan yapıyor. Ashley rolündeki adam da çok iyi. Ama Oscar adayı olmamış. Zenci küçük kız vardı bi' de ona da çok güldüm. Kaçkın gibi konuşmaları ve tavrı mükemmeldi. Aslıda senaryo sanki tiyatro gibi herkes olup bitenin farkında ama statülerini de unutmuyorlar. Neyse uyayım artık, bol bol gülerim artık...
8 Kasım 2009, 01:35 //
Filmi izliyorum! Orta kısmına geldik...
Gülmekten öldüm. Uzun zamandır böyle eğlenceli bir film izlemedim. Scarlette süper bi' şey. Aklıma hep Banu Alkan'ı getiriyor. Eski filmlere de bayılıyorum! "Overture" ile açılıp, kapanış yazılarını önce, film açılışı yerine veriyorlar. Oyuncular tanıtılıp, sonra film başlıyor. Ah Scarlette, ah... Koca kasaba, şehir yandı; o hala nerde benim beş çayım diyor... Tavrı "Teldeki Kuş" filmindeki Goldie Hown'a benziyor... Şehir Yakiler tarafından yakılıp, yıkılıyor; yiyecek, giyecek bir şey yok; binalar yakılmış yıkılmış, o baloya gitmek istiyor... Askerler ölü, ölmek üzre yerde yatıyor, yardım istiyor; o bana bulaşmayın diyor... Tanrım! Bu kadarı olmaz... Ne güldüm ya... Süper! Drama da kahkaha atıyorum, ne garip...
8 Kasım 2009, 03:45 //
Ay ne güldüm ne güldüm yarabbim... Red ve Scarlette izlediğim en kaçık, en müthiş zıtlı çift. Kim kime laf sokacak diye müthiş bir senaryo yazılmış. Olağanüstü! Ağır bir dram izleyeceğimi düşünüp, çekinirken hayatımda izlediğim en güzel komedilerden biriydi. Gece yarısı kahkaha atarken utandım bile. Hem komşuları uyandırmaktan, hem dram tarzı bir filmde gülmekten... Mükemmel bir film! Herhalde tam doğru zamanda izlemişim. Ay süper, süper! Yönetim, görüntüler, ses mükemmel. Dadı rolündeki kadının oyunculuğu mükemmel. Scarlett, izlediğim en iyi kadın oyuncu performanslarından biri. Kadın başından bir ömü geçer gibi bir sürü şey geçiyor ve "Olsun, yarın yeni bir gün" deyip sil baştan yapıyor. Ashley rolündeki adam da çok iyi. Ama Oscar adayı olmamış. Zenci küçük kız vardı bi' de ona da çok güldüm. Kaçkın gibi konuşmaları ve tavrı mükemmeldi. Aslıda senaryo sanki tiyatro gibi herkes olup bitenin farkında ama statülerini de unutmuyorlar. Neyse uyayım artık, bol bol gülerim artık...
Jack Johnson - En Concert
4 yıldız... Sade, dinlendirici ve seyirci sesi az; gece dinlenmesi ayrıca keyif veren bir konser albümü.
4 Kasım 2009 Çarşamba
3 Kasım 2009 Salı
Mariah Carey - Memoirs of An Imperfect Angel
3 belki de 2 yıldız... Vokaller iyi de her şey vokal değil. Ritmler aynı, sözler kişisel tamam, ama albüm bir inişli bir çıkışlı. "Obsessed" ve "I Want to Know What Love Is" ilk iki single, "Candy Bling", "Angel Cry", "Betcha Gon' Know (The Prologue)" kayıtları hoş. Üçüncü single "H.A.T.E.U." olacakmış. "Obsessed" tamamen (ki sonradan öğrendim; erkek hayranları olan bir kadın sanatçı neden "takıntılısın bana" diye şarkı yapar diyordum) Eminem'im atıp-tutmaları için yapılmış "tokat şeklinde" bir kayıt. Vokader efektli vokaller ve biterken ki nakaratı çok hoşuma gidiyor. Bu albümden henüz ABD Top 100 listesinde bir numara olabilen kayıt çıkmadı. Toplamda 18 tane bir numara olmuş kaydı bulunan Mimi'nin tek rakibi 20 tane bir numara ile The Beatles. Çok kalmaz, bu azimle bu rekoru kırar Mimi... 17 kayıtlık albümün 5'i geçiş kaydı, 12 tanesi esas şarkı. Göğüslerine ve çıplaklığını ifade takıntısı, Zohan'daki aptal sarışın oyuncluğuna, Precious'teki oyunculuğuna, Mariah kendini sil baştan yaratmaya devam ediyor...
2 Kasım 2009 Pazartesi
Göksel - Körebe
Sonunda CapaCity D&R'da bulup aldım kompakt diskini... Bütün yaz, albüm başka başka yerlerde idi, yeni baskısı yapılmıyordu; kim sormalarımı kale alıp, getirdi ise albümü, teşekkür ediyorum!
1 Kasım 2009 Pazar
Kasım 2009'da
- "Coco Avant Chanel" filmini
- "Twilight Saga: New Moon" filmini
- "Kıskanmak" filmindeki rolü ile Altın Portakal kazanan, Hatırla Sevgili'den beğendiğim Nergis Öztürk'ü izlemek Ayşe Arman röportaj problemini okuduktan sonra Zeki Demirkubuz'un tavrını hiç beğenmedim ve filme gitmemeye karar verdim. İnsanları, hele ki sağlık sorunları olduğunda, dinlemeyip baştan savma sebepler ile kıyaslayan kişileri anlayamıyorum. Kendi başlarına geldiğinde, nasıl olurmuş görürler o zaman diyorum sadece.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
Blade Runner 2049
yazıyı buraya yazma: 14 Mayıs 2018. / son düzeltme: 29 Mayıs 2018. Uyarı: -- Yazı sonunda küfür var. -- Sürpriz bozucu detay, sanırım yo...
-
Uzun bir aradan sonra özlediğim Şebnem Ferah geri dönmüş. Kısa ve öz anlatım, yerinde yorum. Her zamanki gibi titiz bir çalışma ve albüm o...
-
Tavuk sote yedik. Çok yağlıydı... Altın Küre ödülleri Avatar'a gitmiş, bari Oscar'lr gitmese... Hayatım izlediğim en klişe film! Nas...
-
Çarşamba: kızarmış patetes üzerine kaşar serpiştirilmiş şeklindeki yemeği (!) yedik. onlara göre "kaşarlı patates" yemeğiydi bu. Ç...


