Seneler geçtikçe Oscar adayı olacak filmleri ve kazananı tahmin etmek kolaylaşıyor.
10 adet En iyi Film seçimi geldiğinden bu yana, kaliteli filmler git gide azalmaya başladı.
Ve ödül kazan en iyi film en çok 3-4 ödül alabiliyor. Toptan 10 ve üzeri ödül alan yok.
Eskisi gibi bir Titanik heyecanı, bir İngiliz Hasta gibi filmler yok.
Bu yüzden daha bağımsız, daha oyunculuğa, daha çarpıcı senaryoya sahip düşük bütçeli filmler popüler oluyor.
İyi hoş, bağımsız filmler de güzel ama sinemanın diğer çeşitlerini de görmek isteriz.
Film izledikçe, filmlerin iyi-kötü durumunu ve genel anlamda hangisinin daha iyi bir yapım olduğunu anlayabiliyorsunuz. Bunun için şaşalı bir film eleştirmeni olmanıza gerek yok. En iyisi bu diyemiyorsanız, bu sizin çıkarınıza kalmış.
Argo filminde en iyi yönetmen adayı olmaması garipti. Ana rolde en iyi Erkek oyuncu performansı da. Bunu oynayan, yöneten ve film yapımcısı aynı kişi diye, tek bir dalda aday göstermek; kolaya kaçmak ve diğer adaylar arasında paylaşma yapmak gibi geliyor. Nasıl artık en iyi film seçilen filmin diğer dallardan da bir kaç ödül alıp 3 ödül ile yetinmesi gibi. Çünkü başarılı ve iyi diğer filmlere de bir şey vermek, onları da teşvik etmek gerekli. Ve paylaşma yoluna gitmek bir bakıma doğru bir bakıma yanlış.
Bu sene diğer çoğu ödül törenlerinde en iyi yönetmen olarak aday gösterilen Martin McDonagh'ın, bir filmin hem yapımcısı, hem yönetmeni, hem senaryo yazarı. Üç tane en iyi performans adaylığı veriliyor fakat bunları yöneten, yönlendiren yönetmen aday olmuyor. İlginç. Martin senaryo dalında aday, film dalında da.
Ama böyle kıstaslar maalesef başka filmlere de köstek oluyor. Örneğin bu yıl Lady Bird filmi, en iyi olumlu eleştireleri aldı. En iyi film, yönetim, orijinal senaryo ve ana rol ile yardımcı rol kadın oyuncu performanslarında ile 5 dalda Oscar adayı. Greta hem yönetmen hem de senaryo dalında aday. Filmin yönetimini beğendim. Ama bir ödül buna verelim, bir ödül de şuna anlayışı, eğer orijinal senaryo ödülünü almaz ise, bu sene ters tepecek ve iyi film, yönetim, senaryo, iki tane oyunculuk performansı derken hiç ödül alamayacak. Yazık, değil mi?
Ayrıca uzun süredir; gerçi düzgün animasyon film de yok ya, animasyon film en iyi film dalında aday olmuyor.
Ve ayrıca 13 dalda aday olan The Shape of Water, muhtemel, en iyi yönetim ve tema müziği dallarında ödül alıp, "Vay, bu kadar adaydı ama aldığı ödüllere bak" şeklinde alaya alınacak.
Şahsen, böyle bir Akademi olmak istemezdim.
Yani tamam, bu bir yarışma sonuçta. Beş aday gösterip, birsi ödül kazanıyor. Bunu en başta kabul edip, bunu biliyorsunuz ama yine de gönlüm razı değil. Çünkü bu film yokluğunda da bu güzel işleri görmezden gelip, elimizdeki papatya gibi, beni seviyor, sevmiyor diye yolarsak, geriye ne kalır...
Ve bir başka muhtemel ironi de, yaşından dolayı yönetmenliğe uygun görünmeyen, film prodüksiyonunda bir türlü ön planda olamayan James Ivory, yazdığı uyarlama senaryo ile, aslında film, ana rol erkeke oyuncu performansı, yönetim (pek iyi diyemeyeceğim, Greta'yı daha çok beğendim) ve görüntü olarak çok ön planda ve beğenilen, ve de gençler arasında bir Twilight, Harry Potter gibi popüler olup, sevilen Call Me by Your Name, en iyi uyarlama senaryo ödülü ile yetinecek. Ve ödülü James Ivory kazanacak. Yaşına rağmen!
Ayrıca bir filmde (ben en son Doubt, Silver Linings Playbook ve American Hustle filmleriydi, 4 tane oyuncu performansı aday oldu) oyunculukların fazla aday olması da artık pek sık rastlanan bir durum değil. 4, 5, 6 oyuncu performansı aday olduğu film artık yok. Bir All About Eve durumu yok hani. En çok 3 olabiliyor.
Ve artık 14 dalda aday film de yok derken geçen yıl La La Land filmi bunu bozdu.
Bu sene de bu The Shape of Water filmi için bekleniyordu ama görsel efekt ile bir yaratığın yer aldığı film, görsel efekt dalında ilk beşe kalamadı.
Inception gibi bir film ile ya da The Dark Knight ile yönetmen adayı yapmayıp, serbest çalışma denilebilecek, çerez niyetine Dunkirk filmi ile C. Nolan'ı kariyerinde ilk kez yönetmen adaylığı vermek de absürt ve ilginç.
Martın Scorsese'yi çok başarlı bir GoodFellas, bir The Aviator ile ödüllendirmeyip, kalkıp Departed ile ödül vermek gibi.
Gerçi 60 yaşındaki amcaların oy kullanmasını düşünürsek, pekte umutlu ve heyecanlı olmamamız lazım. "Geçen yıl Moonlight'a (eşcinsel temalı bir filme) ödül verdik, bu sene aynısını yapmayalım" diyen bir grupta var hani. Aday olan tüm filmleri izleyip, arasından en çok beğendiğini seçip, oy vereyim diye düşünen az galiba. Bu sene canım savaş filmi çekti, oyum ona demek, Akademi nedir, neden güvenilir, neden saygı duyulur bir kez daha düşünmemiz gerek. Eşim Brat Pitt'i çok beğendi, oyumu ona vereceğim demekle bu işler yürümemeli.
En iyi film ödülü açıklanacakken, ve açıklandıktan sonra bile müdahale etmekte zorlanan ve geciken La La Land - Moonlight şaşkınlığı yaşatan bir seremoniden artık fazla bir şey beklememek, daha az üzülmemiz açısından doğru karar olur.
Ayrıca film sayısı artarken, ona bir ödül, buna bir ödül derken; her film bir ödül alıp, kenara çekileceği için, bir filmden de 5 ve üzeri ödül almasını bekleyip, "aaa neden almadı ki demek" de doğru değil.
Belki de yaşı itibari ile artık her sene Meryl Streep aday olmazsa, "Ne! yemekte içecek yok mu?!!" gibi geliyordur amcalara... Her sene her sene eşcinsel filmi, hazmı zor tabi.
3 Billboarda gelirsek; şahsen benim Kuzuların Sessizliği filmini ilk izlediğimdeki o final kısmını yaşattı bana tekrar. Geçen yıl kitabını okumuştum. Kitap filme göre farklı. Ki film daha güzel. Ki oyunculukları, yönetimi, senaryosu ve kurgusu çok iyi. Özellikle filmin son final kısmı.
Üniversitede, öğrenci evinde sohbet ederken, VCD kopyasını bulup, hadi izleyelim o zaman, iyi film demişti arkadaşlar. Ben ilk kez izleyecektim. Kuzu filan denilince, kasap vari, katilli bir film sanmıştım. Polisiye film derken, Judie Foster'ın oyunculuğu derken, o final kısmı sanırım bana saatler geçti gibi gelmişti. Gergin ve hayran hayran izlemiştim. Ne kadar harikaydı.
Evet. İşte aynısını 3 Billboard filmini izlerken, ortasında, sonunda ve biterken de aynı hayranlığı yaşadım. Evet işte bu dedim. Uzun, çok uzun zamandır beni etkileyen, beni benden alan bir senaryo, bir film çıktı sonunda. Helal be.
Sanrım bir filmde en çok kurguyu seviyorum. Sonra senaryo. Sonra oyunculukları. Ya da bazen ikinci oyunculuklar oluyor. Bazen yönetimi. Bazen görüntü yönetimini.
Az önce I, Tonya filmini izledim. Ki kurgunun ne kadar önemli olduğunu bir kez daha hatırlamama sebep oldu.
Çoğu kişi için batıl inanç gibidir, kurgu ödülünü alan, en iyi filmi de alır.
Her zaman almaz. Mesela Kuzuların Sessizliği almadı.
Ama evet kurgu, filmi iskeleti gibi; bir filmi bir arada tutan bir şey. Ama bu film kötüyse bir işe yaramıyor. Filmin konusu/ senaryosu da iyi olmalı. Oyunculukları da iyi olmalı. Film iyi ilerlemeli, izlerken sizi sıkmamalı, hikaye size gezdirir gibi sürüklemeli. Vesaire, vesaire derken bunun karşılığı 3 Bilboard filmi oluveriyor.
İlkin Get Out filmini görmüş ve bir şeyler var bunda demiştim.
Uzun zaman sonra izlediğim düzgün bir filmdi.
Sonrasında Dunkirk filmini izledim. 4K olarak.
Açıkçası C. Nolan fanı olan bir kitle var. film nedir haberi olmayan bir çok insandan oluşan.
Bir Rihanna klibine C. Nolan yazsan, öpüp hemen baş tacı yaparlar. Dünya da ondan güzel başka bir klip yoktur, vesaire. Savaş filmi nedir, örnek ver desen bir şey diyemez ama Dunkirk, o varsa yoksa Dunkirk. Evet bu yokluk zamanında, olmaması gereken çok dalda aday. Aday oldu. İşin komedisi yönetim dalında da ilk kez aday!!!
Sonrasında 3 Bilboard, Lady Bird, Call Me by Your Name filmlerini izledim.
3 Bilboard'tan sonrası için konuşmak, açıkçası gereksiz.
Muhtemel, En iyi Film, Orijinal Senaryo, Ana rolde kadın oyuncu performansı, yan rolde erkek oyuncu performansı ödüllerini kazanacak.
Kurgu ödülünü Dunkirk'e verirler.
Shape of Water hariç, diğer dört adayı izledim. Baby Driver ya da I, Tonya'yı tercih ederim.
3 Bilboard için senaryo böyle deyip, kurguyu es geçiyorum. Ki kurgusu iyi. Ama senaryo ödülü alırsa, kurgu ödülü başkasına gider. Senaryo ödülünü Lady Bird alırsa, ki Greta'yı bir şekilde ödüllendirmek lazım ama 3 Bilboard senaryosu da görmezden gelinemeyecek, ki yönetim dalında Martin'ı dışarıda bıraktıktan sonra, daha önceki filmlerini göz önüne alınıp, bunların senaryo dalında önemi anlaşılırsa, kalkıp en iyi işi ile adama senin senaryon olmadı demek, bunun yerine kurgu ödülü vermek saçmalık olur. Ben görüntü dalında da aday olmasını bekliyordum. Ama olmadı.
Yani bu sene için en iyi film ödülü alacak film, 4 ödül kazanıyor.
2010'daki Hurt Locker 6 ödül, 2012'deki Artist filmi de 5 ödül aldı.
Bunlarda en iyi film ve yönetim ortak. Hurt Locker gişede en az para kazan en iyi film idi, ama artık Moonlight var.
Film sektörü kötüye gidiyor. Kötü gidişata çoktan girdi ve yokuş aşağı gidiyor.
Çünkü küresel ekonomi kötü, politikacılar kötü. Ve bizler hala her şey çok süpermiş gibi yaparak günü kurtaramıyoruz. Çünkü bir gün, işlerin kötü gittiği başımıza dank edince, ister istemez kabul edeceğiz. Bakacağız ki artık film yapılmıyor... Artık Netflix, Amazon firmalarının filmleri ön planda. Cep telefonana uygun filmler moda. Sinemalara ne gerek var. Zaten mesaj yazmaktan, snap atmaktan filme odaklanıp, film izlemiyoruz. Kapatalım sinemaları. Oscar desen zaten takliti var, on lira ver, adını yazdır, bu senenin en iyi oyuncu ödülü senin olsun.
Müzik dijital oldu, cılkı çıktı ya.
Sırada video var.
Ha sonra amcalar, birbirinin adını yazıp, kendilerine hediye ederler Oscar heykelciğini.
14 Şubat 2018 Çarşamba
6 Şubat 2018 Salı
Call Me by Your Name / Beni Adınla Çağır (film, kitap)
Belki de filmini yirminci kez izledikten sonra, artık Elio'yu oynayan Timothée'nin harika oyunculuğunu ilmik ilmik daha iyi fark ediyorsunuz...
Later, later... Later! En uyuz olduğum şeydi ilk başta. Ama zamanla Oliver'a da alıştım. Armie'nin sesi ve çevikliği ilk başta çok rahatsız etmişti beni. Kitapta daha durağandı. Evet boy, pos, tamam Armie güzel insan ama neden bu kadar acele derken, aslında bu durağan olan Elio'nun perspektifinin biraz zıttı, yaşamayı seven haraketli hali. Elio ilmik ilmik izliyor Oliver'ı, onu tanıyor, onu süzüyor, onu x-ray eder gibi anlamaya çalışıyor.
Zamanla, küçük detayları filmi tekrar tekrar izledikçe daha iyi fark etmeye başlıyorsunuz.
Belli başlı ana sahneler, ana detaylara alıştıkça, aaa bak burda bunu yaptı, bu şunu dedi, burası da komikmiş ya, deyip farklı detaylar yakalıyorsunuz. Eğer merakınız varsa.
Ben ilk kitabı okudum. Kapağını çok önceden sanki bir D&R'da görmüş, bakmışım diye anımsıyorum.
Sel Yayıncılıktan çıkan 3. baskı idi. Daha öncesinde okuduğum Kızıl Ejder ve Kuzuların Sessizliği kitapları ardından sıfır kelime hatası ile olmasına çok şaşırdım ilkin. Ama iki kelimede yazım hatası var. Kitap ilk başta sizi elinin avucunun içine alıp, şöyle bir gezdiriyor, sonra konu genişlemeye çalıştırılarak, biraz sıkıyor derken dördüncü bölüm ile tapır tapır final yapıp, son kırk sayfada salya sümük hüngür hüngür ağlatıp, ağzınıza ediyor. Evet, aynen böyle.
İlk aşkın bu kadar esaslı, bu kadar naif ve şefkatli anlatımına salya sümük ağlarken, okumayı sürdürmek istiyorsunuz. Kalbiniz kırılıyor mu, kırılsın. Nefesiniz tıkanıyor mu, tıkansın. Göz yaşınız akıyor mu, aksın. Kendinizi iyi hissedecek misiniz, evet; hissedeceksiniz. O güzel aşk zamanla düşüncenizin merkezinde yer alıp, onun güzelliğini unutamayacaksınız. Aynı kendi hayatınızda yaşadığınız ilk aşk gibi. Elinizin yandığında, bir sonraki sefere daha dikkatli davranmanız gibi, bu hikaye beyninize kazınacak. Ana yerde kalacak. Tekrar okumak isteyeceksiniz. Tekrar...
Erkek erkeğe, kadın kadına demenin dışında aşkı olan iki insan diye düşünmek daha iyi.
Bugün haberlerde gördüm. Bir adada kuşları çekmek için yapılan sahte kuşlardan birine aşık olan bir sümsük kuşu, 3 yıl boyunca plastik kuşun yanında aşkına cevap beklemiş ve sonunda onu yanında ölü bulunmuş... Bu fedakarlığı hanginiz yaparsınız?
Ne Brokeback Dağı, ne de Carol bu kadar ağlattı beni.
Ki ikisini de çok sevmiş, severek izlemiştim. Ama bu kitap, özellikle son bölüm, yoğun bir ele geçirme ve en lezzetli kısmı derler ya öyle. En acıtan ve en güzel anımsatan kısmı.
Filme gelince, kitabın çoğu filmde yok. Genel itibari ile kitabı okuduktan sonra filmi izlemek (ki uyarlama senaryolara dikkat ederim, genelde filmleri bok ederler) ilk başta şekersiz çay gibi, afallatıyor. Ama bir iki izlemeden sonra olayın içine girebiliyorsunuz. Bir kere film aile filmi gibi. Cinsellik var ama kadın-erkek olarak daha çok. Yani bu gey şeysi, neme lazım, tütü kaka demek ön yargıdan başka bir şey değil. Rihanna müzik klipleri daha açık saçık bunun yanında. Ben 3 Billboard, Lady Bird sonra CMBYN filmini izledim. Beklediğimden düşük çıktı ilkin. Ama zamanla izlenmesi ve izlenebilme isteği git gide arttı. Lady Bird'te öyle.
Sanki akşam haberlerini izler gibi, her akşam izlediğinizde, Elio'nun davranışlarını, sesini kullanmasını, kendini ifade edişlerini, cesaretini daha iyi fark ediyorsunuz. Bu yüzden çok başarılı bir performans. Darkest Hour filmini görmedim ama Gary Oldman performansı olmasa, bence Oscar ödülünü alır çatır çatır. Yaşı 21 ama verdiği performans, size yansıması gerçekten çok başarılı. Az biraz Lady Bird'te de oynasa bile, ne kadar farklı olabildiğini gösteriyor.
Onun dışında YouTube'ta film ile ilgili bir sürü söyleşi ve film tanıtım sohbetlerini de izlemenizi öneririm. Zira asıl orda Armie ile Timothée'nin ne kadar iyi bir kimya uyumu oluşturduğu, ne kadar doğal ve sahici olduklarını görüyorsunuz. Ayrıca yönetmen Luca, cidden filmdeki oyuncular ile sanki arkadaş grubu gibi bir ilişki içinde ve bunu da net görüyorsunuz. Evet o oyuncu, bu yönetmen deyip bir kasıntılık, bir mevki sınırlaması şeyleri yok. Herkes özenli, saygılı, seviyeli ve bilgili. Ayrıca filmde İtalyanca, İngilizce, Fransızca, Almanca konuşmalar var. Altyazı da Türkçe eklerse, beş dil konuşulan, çoklu bir bilgi birikimi. Bu bakımdan da bilgili insanlar ile takılma hissi de yaşatıyor. Söyleşilerde biri Fransızca konuşurken, diğeri bunu hemen İngilizce'ye çeviriyor. Tercüman gelsin, ben karışmam filan yok öyle kasılmalar.
Filme gelirsek, bir iki kısımdaki kurgu geçişlerine hala takılıp, anlamaya çalışıyorum. Onun dışında görüntüler çok güzel. Dinlendirici. Huzur verici. Mutluluk verici. Gri hava, şehir sıkışıklığı, trafik, negatiflik, gökdelen hayatı yok. Cep telefonu, tablet, süslü şeyler yok. Güzel bir yaz vakti, güzel bir villa, güzel bir meyve bahçesi, sarı tonlarında İtalya manzarası, bisiklet kullanma, havuzda yüzmek, bahçede yemek yemek, yeşillik, doğal, doğallık, kitap, kitaplar, piyano, radyo, müzik var. Yaşam var.
Filmdeki kullanılan şarkılar da hoş. Hoş derlenmiş bir film müziği albümü de var.
Film için yapılmış harika iki yeni şarkı var. Birisi Oscar adayı oldu.
Aslında kitap tamamen Elio perspektifinden anlatılan bir hikaye. Bu yüzden filmde daha çok Elio ön planda. Yüzde doksan Elio yani. Aslında az biraz Oliver'a daha yer olsa Armie'i de Oscar adayı olurdu. Ayrıca çok güzel bir ebeveyn konuşması yapan baba karakteri var. Doubt filminde kısacık rolü ile Oscar adayı olan Viola Davis gibi, o kısacık sürede o kadar sahici, etkileyici bir konuşma sahnesi ki bu, Michael'ın da yan roldeki performansı takdire şayan ve Oscar adayı olabilecek (ilk on içinde 6-7 diyelim) türden. Şimdiden herkesin gönlünde örnek baba oldu bile...
Onun dışında film ilk başta uzun gelmişti. Ama izle, izle sonra az geliyor. Ve kusursuz bir şekilde başlangıcından bitişine kadar tam 2 saat 12 dakikada bitiyor. Ve Aliens'tan hatırlayacağınız Hudson'a ithaf edilerek, çok hoş bir jest de yapıyor. Huzur içinde yatsın.
Bir de filmin kapanış, final kısmı var, malum Elio işte o zaman bile sizi paramparça ediyor o kısacık iki dakikada... Salya sümük ağlıyorsunuz. Bitiş yazıları geçiyor yanından, ama o başka dünyada, o başka anlarda bitiyor...
Luca'nın bir önceki A Bigger Splash filminde Ralph'ı nasıl iyi kullandığını ve ses detaylarını nasıl iyi işlediğini izlemiştim. Ki çok severim Ralph'ın bu rolü ile Oscar adayı olmasını çok istemiştim. Çıplaklığı olsa bile, bir İngiliz Hasta, Şindler'in Listesi'nden sonra kanlı canlı bir başka kişi idi.
İşte Luca, bu kez fark ettirmeden Elio ile bunu daha iyi yapıyor. Elio dediğim gibi defalarca izledikten sonra daha fazla detayı fark ettiriyor ve kendine daha da hayran bırakıyor sizi.
Zamanla sesini kullanmasını, Oliver'a olan tavrını, onunla konuşmasını, ona karşı açılmasını, karşında durmasını, beraber geçirdikleri zamanı, hepsini hepsini daha iyi anlıyorsunuz. Hele kitabı okuduysanız eğer, keyfi daha çok. Çünkü betimlenen Elio işte tam karşınızda, kanlı canlı duruyor...
Benim en beğendiğim kısım tren garı sahnesi. Ve Oliver'in Elio'ya yazdığı yazının nasıl olduğunu sormak için seslendiği sahne, ve Elio'nun onu havuzda yüzerken izlediği sahne. Tabii bir de beraber oldukları Roma kısmı. Bisiklet sürdükleri kısımlar... Piave meydanı yok mu... İşte zamanla hepsini ayrı ayrı daha çok seviyorsunuz. Alfred Hithcock'un Arka Pencere filminde, kırık ayaklı fotoğrafçının makinasından karşı apartmanı izler gibi, Elio ile beraber izliyorsunuz filmi. Bazen onları, bazen Oliver'ı...
Sonra Oliver'a dikkat ettim. Later demesine alıştım. Aslında konuşma sesi ve şömine ateşi gibi genizden gelen yoğun Armie sesini ilk başta çok garipsemiştim. Sonra kitabın sesli okunuş hali de var, Armie tüm kitabı okuyor. Zamanla o sesin daha sahiplenici ve sevecen olduğuna kanaat getirdim. Çünkü The Lone Ranger'da beğendiğim adamdı Armie. The U.N.C.L.E filminde zoraki Rus'tu Armie. Ve sohbetlerinde, söyleşilerde gördüm ki o aynı ses, çok sahici. İçten. Doğal. Pek yamuk yapmıyor. Ama Elio "haydi gidelim Amerikalı" dediğinde, o üstünlük taslama sesi ile, "Senin bilmeni istedim" dediğinde sesi kırılgan; değişiyor tavrına göre. Aslına Oliver'ın kahkaha attığı sahneleri düşündükçe, Batman/ Joker kısmında iyi bir Joker olurdu bile diyorum.
Ayrıca kullanılan kıyafetler ve bunun manzaraya da uygun olması, karşıt konstratlar olması da çok güzel. Filmi dvd kopyası olarak internette izlesek de, ileride 4K hali çıkarsa, o güzelim sarı tonlar, harika yeşiller, meyve bahçesindeki meyveler ve dahası; çok daha net ve canlı görünecek. Daha çok seveceğiz. Çok daha içten sahipleneceğiz.
Zamanla düşünmeden edemiyorsunuz, "şimdi değilse ne zaman?"
Şimdi değilse, ne zaman...
"Söylemek mi daha iyi, ölmek mi"
Bu kısımda trajedi kısmından vazgeçilmesi ve olabilirliği sağlanması çok, çok güzel bir şey.
Böyle bir dünya var, böyle bir hayat.
Artık kimse beyaz atlı prensini beklemiyor. Artık prensesler, peri masalları yok. Yerine Pan'ın Labirenti var. Gerçek hayat var.
Ve olmalı da.
Carol ile bunu çok beğenmiştim. Ki Carol ve Therese'in de küçük detayları ve haraketleri de harikaydı.
Ellen Show izlerken gülüp, eğleniyorsunuz ama Ellen eşcinselmiş dendiğinde, aaa canım diyorsunuz. Ama olabilir demeye getiriyorsunuz. Beni eğlendirdi, olsun der gibi. Daha adil olun kendinize.
Oysa ki yurtdışında çoğu ülke artık aynı cins evlilikleri yasal sayıyor.
Modern yaşam daha çok anlayış sağlamayı, kişisel gelişimi ve toplumsal gelişimi geliştirmeyi çabalıyor. Daha iyi bir çevrede, daha iyi bir yaşam alanı sunmayı arzuluyor.
Hadi kalkıp, gidelim...
Film 23 Şubat 2018'de sinemalarda.
İçinizi ferahlatın, enerjinizi yükseltin.
Kendinize yeşilliklerde güzel bir iki saat ayırın. Salya sümük ağlayın.
Ferahlayın.
Rahatlayın.
O yanan ateşin sesini sonuna kadar dinleyin.
Bırakın doğa da sizi en zayıf noktanızdan vursun.
Vurulun.
O zaman anlayacaksınız Elio'yu...
Later, later... Later! En uyuz olduğum şeydi ilk başta. Ama zamanla Oliver'a da alıştım. Armie'nin sesi ve çevikliği ilk başta çok rahatsız etmişti beni. Kitapta daha durağandı. Evet boy, pos, tamam Armie güzel insan ama neden bu kadar acele derken, aslında bu durağan olan Elio'nun perspektifinin biraz zıttı, yaşamayı seven haraketli hali. Elio ilmik ilmik izliyor Oliver'ı, onu tanıyor, onu süzüyor, onu x-ray eder gibi anlamaya çalışıyor.
Zamanla, küçük detayları filmi tekrar tekrar izledikçe daha iyi fark etmeye başlıyorsunuz.
Belli başlı ana sahneler, ana detaylara alıştıkça, aaa bak burda bunu yaptı, bu şunu dedi, burası da komikmiş ya, deyip farklı detaylar yakalıyorsunuz. Eğer merakınız varsa.
Ben ilk kitabı okudum. Kapağını çok önceden sanki bir D&R'da görmüş, bakmışım diye anımsıyorum.
Sel Yayıncılıktan çıkan 3. baskı idi. Daha öncesinde okuduğum Kızıl Ejder ve Kuzuların Sessizliği kitapları ardından sıfır kelime hatası ile olmasına çok şaşırdım ilkin. Ama iki kelimede yazım hatası var. Kitap ilk başta sizi elinin avucunun içine alıp, şöyle bir gezdiriyor, sonra konu genişlemeye çalıştırılarak, biraz sıkıyor derken dördüncü bölüm ile tapır tapır final yapıp, son kırk sayfada salya sümük hüngür hüngür ağlatıp, ağzınıza ediyor. Evet, aynen böyle.
İlk aşkın bu kadar esaslı, bu kadar naif ve şefkatli anlatımına salya sümük ağlarken, okumayı sürdürmek istiyorsunuz. Kalbiniz kırılıyor mu, kırılsın. Nefesiniz tıkanıyor mu, tıkansın. Göz yaşınız akıyor mu, aksın. Kendinizi iyi hissedecek misiniz, evet; hissedeceksiniz. O güzel aşk zamanla düşüncenizin merkezinde yer alıp, onun güzelliğini unutamayacaksınız. Aynı kendi hayatınızda yaşadığınız ilk aşk gibi. Elinizin yandığında, bir sonraki sefere daha dikkatli davranmanız gibi, bu hikaye beyninize kazınacak. Ana yerde kalacak. Tekrar okumak isteyeceksiniz. Tekrar...
Erkek erkeğe, kadın kadına demenin dışında aşkı olan iki insan diye düşünmek daha iyi.
Bugün haberlerde gördüm. Bir adada kuşları çekmek için yapılan sahte kuşlardan birine aşık olan bir sümsük kuşu, 3 yıl boyunca plastik kuşun yanında aşkına cevap beklemiş ve sonunda onu yanında ölü bulunmuş... Bu fedakarlığı hanginiz yaparsınız?
Ne Brokeback Dağı, ne de Carol bu kadar ağlattı beni.
Ki ikisini de çok sevmiş, severek izlemiştim. Ama bu kitap, özellikle son bölüm, yoğun bir ele geçirme ve en lezzetli kısmı derler ya öyle. En acıtan ve en güzel anımsatan kısmı.
Filme gelince, kitabın çoğu filmde yok. Genel itibari ile kitabı okuduktan sonra filmi izlemek (ki uyarlama senaryolara dikkat ederim, genelde filmleri bok ederler) ilk başta şekersiz çay gibi, afallatıyor. Ama bir iki izlemeden sonra olayın içine girebiliyorsunuz. Bir kere film aile filmi gibi. Cinsellik var ama kadın-erkek olarak daha çok. Yani bu gey şeysi, neme lazım, tütü kaka demek ön yargıdan başka bir şey değil. Rihanna müzik klipleri daha açık saçık bunun yanında. Ben 3 Billboard, Lady Bird sonra CMBYN filmini izledim. Beklediğimden düşük çıktı ilkin. Ama zamanla izlenmesi ve izlenebilme isteği git gide arttı. Lady Bird'te öyle.
Sanki akşam haberlerini izler gibi, her akşam izlediğinizde, Elio'nun davranışlarını, sesini kullanmasını, kendini ifade edişlerini, cesaretini daha iyi fark ediyorsunuz. Bu yüzden çok başarılı bir performans. Darkest Hour filmini görmedim ama Gary Oldman performansı olmasa, bence Oscar ödülünü alır çatır çatır. Yaşı 21 ama verdiği performans, size yansıması gerçekten çok başarılı. Az biraz Lady Bird'te de oynasa bile, ne kadar farklı olabildiğini gösteriyor.
Onun dışında YouTube'ta film ile ilgili bir sürü söyleşi ve film tanıtım sohbetlerini de izlemenizi öneririm. Zira asıl orda Armie ile Timothée'nin ne kadar iyi bir kimya uyumu oluşturduğu, ne kadar doğal ve sahici olduklarını görüyorsunuz. Ayrıca yönetmen Luca, cidden filmdeki oyuncular ile sanki arkadaş grubu gibi bir ilişki içinde ve bunu da net görüyorsunuz. Evet o oyuncu, bu yönetmen deyip bir kasıntılık, bir mevki sınırlaması şeyleri yok. Herkes özenli, saygılı, seviyeli ve bilgili. Ayrıca filmde İtalyanca, İngilizce, Fransızca, Almanca konuşmalar var. Altyazı da Türkçe eklerse, beş dil konuşulan, çoklu bir bilgi birikimi. Bu bakımdan da bilgili insanlar ile takılma hissi de yaşatıyor. Söyleşilerde biri Fransızca konuşurken, diğeri bunu hemen İngilizce'ye çeviriyor. Tercüman gelsin, ben karışmam filan yok öyle kasılmalar.
Filme gelirsek, bir iki kısımdaki kurgu geçişlerine hala takılıp, anlamaya çalışıyorum. Onun dışında görüntüler çok güzel. Dinlendirici. Huzur verici. Mutluluk verici. Gri hava, şehir sıkışıklığı, trafik, negatiflik, gökdelen hayatı yok. Cep telefonu, tablet, süslü şeyler yok. Güzel bir yaz vakti, güzel bir villa, güzel bir meyve bahçesi, sarı tonlarında İtalya manzarası, bisiklet kullanma, havuzda yüzmek, bahçede yemek yemek, yeşillik, doğal, doğallık, kitap, kitaplar, piyano, radyo, müzik var. Yaşam var.
Filmdeki kullanılan şarkılar da hoş. Hoş derlenmiş bir film müziği albümü de var.
Film için yapılmış harika iki yeni şarkı var. Birisi Oscar adayı oldu.
Aslında kitap tamamen Elio perspektifinden anlatılan bir hikaye. Bu yüzden filmde daha çok Elio ön planda. Yüzde doksan Elio yani. Aslında az biraz Oliver'a daha yer olsa Armie'i de Oscar adayı olurdu. Ayrıca çok güzel bir ebeveyn konuşması yapan baba karakteri var. Doubt filminde kısacık rolü ile Oscar adayı olan Viola Davis gibi, o kısacık sürede o kadar sahici, etkileyici bir konuşma sahnesi ki bu, Michael'ın da yan roldeki performansı takdire şayan ve Oscar adayı olabilecek (ilk on içinde 6-7 diyelim) türden. Şimdiden herkesin gönlünde örnek baba oldu bile...
Onun dışında film ilk başta uzun gelmişti. Ama izle, izle sonra az geliyor. Ve kusursuz bir şekilde başlangıcından bitişine kadar tam 2 saat 12 dakikada bitiyor. Ve Aliens'tan hatırlayacağınız Hudson'a ithaf edilerek, çok hoş bir jest de yapıyor. Huzur içinde yatsın.
Bir de filmin kapanış, final kısmı var, malum Elio işte o zaman bile sizi paramparça ediyor o kısacık iki dakikada... Salya sümük ağlıyorsunuz. Bitiş yazıları geçiyor yanından, ama o başka dünyada, o başka anlarda bitiyor...
Luca'nın bir önceki A Bigger Splash filminde Ralph'ı nasıl iyi kullandığını ve ses detaylarını nasıl iyi işlediğini izlemiştim. Ki çok severim Ralph'ın bu rolü ile Oscar adayı olmasını çok istemiştim. Çıplaklığı olsa bile, bir İngiliz Hasta, Şindler'in Listesi'nden sonra kanlı canlı bir başka kişi idi.
İşte Luca, bu kez fark ettirmeden Elio ile bunu daha iyi yapıyor. Elio dediğim gibi defalarca izledikten sonra daha fazla detayı fark ettiriyor ve kendine daha da hayran bırakıyor sizi.
Zamanla sesini kullanmasını, Oliver'a olan tavrını, onunla konuşmasını, ona karşı açılmasını, karşında durmasını, beraber geçirdikleri zamanı, hepsini hepsini daha iyi anlıyorsunuz. Hele kitabı okuduysanız eğer, keyfi daha çok. Çünkü betimlenen Elio işte tam karşınızda, kanlı canlı duruyor...
Benim en beğendiğim kısım tren garı sahnesi. Ve Oliver'in Elio'ya yazdığı yazının nasıl olduğunu sormak için seslendiği sahne, ve Elio'nun onu havuzda yüzerken izlediği sahne. Tabii bir de beraber oldukları Roma kısmı. Bisiklet sürdükleri kısımlar... Piave meydanı yok mu... İşte zamanla hepsini ayrı ayrı daha çok seviyorsunuz. Alfred Hithcock'un Arka Pencere filminde, kırık ayaklı fotoğrafçının makinasından karşı apartmanı izler gibi, Elio ile beraber izliyorsunuz filmi. Bazen onları, bazen Oliver'ı...
Sonra Oliver'a dikkat ettim. Later demesine alıştım. Aslında konuşma sesi ve şömine ateşi gibi genizden gelen yoğun Armie sesini ilk başta çok garipsemiştim. Sonra kitabın sesli okunuş hali de var, Armie tüm kitabı okuyor. Zamanla o sesin daha sahiplenici ve sevecen olduğuna kanaat getirdim. Çünkü The Lone Ranger'da beğendiğim adamdı Armie. The U.N.C.L.E filminde zoraki Rus'tu Armie. Ve sohbetlerinde, söyleşilerde gördüm ki o aynı ses, çok sahici. İçten. Doğal. Pek yamuk yapmıyor. Ama Elio "haydi gidelim Amerikalı" dediğinde, o üstünlük taslama sesi ile, "Senin bilmeni istedim" dediğinde sesi kırılgan; değişiyor tavrına göre. Aslına Oliver'ın kahkaha attığı sahneleri düşündükçe, Batman/ Joker kısmında iyi bir Joker olurdu bile diyorum.
Ayrıca kullanılan kıyafetler ve bunun manzaraya da uygun olması, karşıt konstratlar olması da çok güzel. Filmi dvd kopyası olarak internette izlesek de, ileride 4K hali çıkarsa, o güzelim sarı tonlar, harika yeşiller, meyve bahçesindeki meyveler ve dahası; çok daha net ve canlı görünecek. Daha çok seveceğiz. Çok daha içten sahipleneceğiz.
Zamanla düşünmeden edemiyorsunuz, "şimdi değilse ne zaman?"
Şimdi değilse, ne zaman...
"Söylemek mi daha iyi, ölmek mi"
Bu kısımda trajedi kısmından vazgeçilmesi ve olabilirliği sağlanması çok, çok güzel bir şey.
Böyle bir dünya var, böyle bir hayat.
Artık kimse beyaz atlı prensini beklemiyor. Artık prensesler, peri masalları yok. Yerine Pan'ın Labirenti var. Gerçek hayat var.
Ve olmalı da.
Carol ile bunu çok beğenmiştim. Ki Carol ve Therese'in de küçük detayları ve haraketleri de harikaydı.
Ellen Show izlerken gülüp, eğleniyorsunuz ama Ellen eşcinselmiş dendiğinde, aaa canım diyorsunuz. Ama olabilir demeye getiriyorsunuz. Beni eğlendirdi, olsun der gibi. Daha adil olun kendinize.
Oysa ki yurtdışında çoğu ülke artık aynı cins evlilikleri yasal sayıyor.
Modern yaşam daha çok anlayış sağlamayı, kişisel gelişimi ve toplumsal gelişimi geliştirmeyi çabalıyor. Daha iyi bir çevrede, daha iyi bir yaşam alanı sunmayı arzuluyor.
Hadi kalkıp, gidelim...
Film 23 Şubat 2018'de sinemalarda.
İçinizi ferahlatın, enerjinizi yükseltin.
Kendinize yeşilliklerde güzel bir iki saat ayırın. Salya sümük ağlayın.
Ferahlayın.
Rahatlayın.
O yanan ateşin sesini sonuna kadar dinleyin.
Bırakın doğa da sizi en zayıf noktanızdan vursun.
Vurulun.
O zaman anlayacaksınız Elio'yu...
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
Blade Runner 2049
yazıyı buraya yazma: 14 Mayıs 2018. / son düzeltme: 29 Mayıs 2018. Uyarı: -- Yazı sonunda küfür var. -- Sürpriz bozucu detay, sanırım yo...
-
Uzun bir aradan sonra özlediğim Şebnem Ferah geri dönmüş. Kısa ve öz anlatım, yerinde yorum. Her zamanki gibi titiz bir çalışma ve albüm o...
-
Tavuk sote yedik. Çok yağlıydı... Altın Küre ödülleri Avatar'a gitmiş, bari Oscar'lr gitmese... Hayatım izlediğim en klişe film! Nas...
-
Çarşamba: kızarmış patetes üzerine kaşar serpiştirilmiş şeklindeki yemeği (!) yedik. onlara göre "kaşarlı patates" yemeğiydi bu. Ç...