31 Ekim 2010 Pazar
Joel Cohen - The Man Who Wasn't There
Güzeldi. Siyah beyaz bir film. Senaryosu alışık olduğumuz Coen kardeşlerler hikayesi. Adım adım işliyor ve sizi ayık tutuyor. Ben beğendim. Sıradan hayatlar ve olasılıkları üzerine. Billy Bob gayet başarılı. Puan 3/5.
Peter Berg - Hancock
30 Ekim 2010 Cumartesi
Kişisel Sansür
424. Kayıt. Bu kez kişisel sansür uygulayacağımı bildirmek için yazıyorum. Beni RSS veya Google Reader ile takip eden varsa, belki bu yazıyı okuyabilirler. Blogtaki her eksik kalan yazımı düzenledikten sonra, tekrar genel okumaya açılacak. İzleyenlere duyurulur. Bu sırada beni www.twitter.com/mkivilcim adresinden izleyebilirsiniz.
24 Ekim 2010 Pazar
"Hoşçakal" demedim
Veda etme ile ilgili problemim yok aslında. Ama hayatımda; kendimi bildiğimden beri iki kişiye veda etmedim. Veda etme gereği duymadım. Bilerek, kasıtlı da değildi bu. Sadece durum bunu gerektirdi ve bu kişileri hayatımdan çıkardım. Belki onlar nefretle bana yaklaşıyorlardır, kim bilir ama ben bu hoşçakal diyemenin yükünü taşıyorum. Hoş gerçi hoşçakal deyip veda etseydim, başım göğe mi erecekti... Hayır. Ama bu iki kişi, dedim ya durum öyle gerektirdi ve ben onlara veda etmedim.
Hayatımda hiç kimseyi, hiç bir şeyi bu kadar merkeze almadım sanırım. Ama merkez de bir gün beni sarstı. Silkeledi. Savurup attı başından.
Şimdi izlediğim filmi ona ben önermiş, o da boş bir anında izlemişti. Beğenmişti. Ben ise şimdi izledim. Biterken alevlenen eskilerin eşliğinde bitiş yazıları ile düşündüm bir iki saniye... Verdiğim değer ne kadar çokmuş. Ne kadar çok güvenmişim. Karşılıksız... Oysa o da karşılıksız, bir hoşça kal demeden hayatından çıkardı beni. Yolu açık olsun. Son görüşümüzde bunları söyledim ona. İçtiğim acı Türk kahvesi ardından... Acı içimde yayılıyordu. Sonra ben yayıldım. Günler geçmez sandım. Günler bitmez sandım... Ama 2 yıl sonra bitti herşey. Tamamen temizlenmiş gibi. Sadece, sadece o zamanki anılarım var. İstediğim zaman hatırlayıp, gülümsediğim. İstediğim zaman keyiflendiğim.
İnsan dediğin var olabildiği gibi yokta olabiliyor. O yüzden ölüm olmasa da varmış gibi kimileri benim için. Bende onlar için.
Aynı Dünya'da, aynı ülkede, aynı şehirde hatta bazen aynı semtte, aynı sokaktayız. Artık hiç bir şey fark etmiyor...
Dün başka, bugün başka. Hayat devam ediyor.
Ve ben devam ediyorum.
Bugün düşündüm de; RTE için Almadovar'ın Annem Hakkında Herşey filmini izlettirsen, sonra Konuş Onunla filmini izlettirsen. Acaba ordaki travestileri anlar mı?
Onlarında bir vicadanı olduğunu; oy zamanı, onların da Erkek ya da Kadın hali ile oy kullandığından, sana oy verdiğini ve bunu nasıl yoktan saydığını itiraf edebilir mi?
Uzaktan takip ediyorum ama son bir, iki yılda Ergenekon, herkesin birbirini dinleme, hakimlere güvensizlik, kanunlara güvensizlik, türban, 12 Eylül referandumu, tecavüz vs. bir sürü şeyi, sanki onların kapalı, Müslüman, türbanlı hali olmasak; korunmasız, yanlış ve Tanrısız bir halde kalacakmızşız söylemleri artık canımı sıkıyor. Türkiye Cumhuriyeti'nde hiç bir siyasi dönemde olmamış bir gevşeklik ile ilkokula giden bir kız, türban sorunu ile gündeme oturdu. O küçücük çocuğa kim akıl veriyor da, böyle büyükmüş gibi ilkokula türban ile gitmeyi istiyor. Farz edelim gitti; babası onu kaç yaşına kadar okutacak? Yarın 12-13 oldu mu artık sana okul caiz değil, senin memen çıktı, aklın çıktı deyip alacak kızını okuldan. Farz edelim almadı, okudu üniversiteyi bitirdi. Hemşire oldu ya da doktor. Gene türbanlı tabii. Erkek hastaya bakmaya ne kadar imkan tanıyacak kendisi/dini/ailesi/eşi. Erkek bir hastanın eline, bacağına, göğüsüne dokunabilek mi? Dokunamadığı, doğru müdahale edemediği hasta iyileşemeyip, ölürse; ölmedi sakat kalırsa; hiç mi vicdanı sızlamayacak? Hiç mi dini bütün biri olarak günah işlememiş olacak? Kızlar okula gitmesin, ne gereği var, çalışsın vesaire. Oldu mu 12-13 yaşında biri tecavüz etsin, ver birine evlensin. Yapsın çocuk. Yapsın çocuk. Sonra kendini yetiştirememiş biri olarak nasıl çocuk yetiştirsin? Nasıl çocuk eğitsin? Nasıl ana olsun? Anası ona bir şey öğret(e)medikten sonra.
Bahçedeki kedilerimizin annesi, saymadık ama herhalde 50 tane yavru yapmıştır, hala da aktif, en son iki yavrusunu da yetiştiriyor.
Onların torunlarının, torunları bile yavruları büyüyene kadar onlara göz kulak oluyor. Bir köpek gelince bahçe yakınına, canı pahasına atlıyor köpeğin üstüne.
Onlara yiyecek getiriyor. Onları emziriyor. Büyütüp, ondan sonra ayrılıyor başlarından. Eğitim gör(e)memiş çoğu insan da böyle. Hala böyle. Az bilgi, az gelişim. Çok iş, çok çalışma, çok zorluk, çok dayak, çok tecavüz, çok çocuk.
Herkesten üç çocuk istiyor RTE, ama bunlara bakma gücü nereden bulacak asgari ücret bile alamayan, sosyal sigortası olmayan ahali.
Cidden garip bir ülke olduk.
Artık Atatürk; ilkeleri; öğütleri boşaymış gibi yasıtılmaktan, hatırlanması güçleşsin diye türlü türlü dalaveralarla farklılaştırılmaktan gına geldi.
Kendi gözlemlerimden biliyorum ki şimdiye kadar varoş yerlerde de oturdum, geçtim ama sakallı ve takkeli, genç, yürmili yaşlarında temizlik görevlisi, sokak çöpçüsü, süpürgecisi görmediydim. Ama var. Hem de iki, üç tane.
Erkekler zaten rahat, sakalı, cübbesi yerinde, montusu ile sanki sen onun Dünya'sında fazlalıkmışsın gibi bir özgüven ile senin ile beraber aynı hayatta. Aynı sokakta, aynı otobüste. Aynı koltukta bazen. Kusura bakmasınlar ama ben bu görüntüyü hiç beğenmiyorum. Avrupa Birliğine gireceğiz derken, gemi hep kıyıya demirli, sözle ilerlediğimiz vaat edilirken; içimizdekiler kanserli hücreler gibi birer birer açığa çıkıyor. Değiştiriyor maskesini. Kendini açığa çıkarıyor. Ve az zaman sonra bakıyoruz ki İran olmuşuz. TV yasak. Atatürk yasak. O yasak bu yasak. İnternet zaten yasak.
Kötüye giden bir şey olduğunda doktora gitmezsek, nasıl düzeliriz? Bilen birine danışmazsak, nasıl bilebiliriz?
Hoşçakal demezsek, başkasına umut vererek suçlu durumuna düşmez miyiz?
İşte bu kadar iyi niyetli olmamak lazım. Çünkü hayat böyle iyi niyetli değil...
Dün aklıma geldi Twitter hesabıma, "Hayat ile sanki tenis oynuyormuşuz gibi. Sanırım ben yeteri kadar iyi değilim, kızmaya başlıyorum bir noktadan sonra" diye yazsam dedim. Evet, hayat yenilmesi zor süper bilgisayar ile satranç oynamak gibi. Ama unutmamak lazım ki var eden insan, yok eden de insan.
21 Ekim 2010 Perşembe
...And the Forest Began to Sing
Geçenlerde Vimeo ilk kez katılmadan önce Yonca Evcimik'in "I Hot for You" vidyosunu izledim DailyMotion'da. Vakti zamanında Hollanda Club listesinde 1 numara olmuş, Türk bir sanatçı için önemli bir başarı olmuş haberleri vardı. Ben çocuktum. Sene '95-96 idi. Sonra Bandıra Bandıra, Abone ve Çapkın Kız vidyolarını izledim... Hiç beklenmedik br şekilde, keyifsizken; birden moralim düzeldi. Tanrım o nasıl bir klip anlayışı, nasıl bir cesaret. Hele ki I Hot for You mutlaka izleyin. Ufacık pıtıcık Yonca, seksi olmaya çalışmış. Bırakmışlar onu Beyoğlu sokağına, üstünde bir gecelik... Ama o gözleri gören nasıl korkmamış! O uygun olmayan vokal ile sonük, Dub tarzı kaydı çok basitmiş. Sanki "teenage" bir çocuğun olgunluğa geçişte yaptığı muzurluklar gibi... Bandıra Bandıra ise tanrım iyi ki o zaman "gey muhabbeti" yokmuş. Erkekler korkunç. Sanat, dans, bale yapılıyor ama o nasıl bir klip! Hele bitişi yok mu... Abone aralarında en düzgün olanı. Dönemin rutin giden klavye çalgı müziğine (ABBA müziğine) güzel bir örnek. Ama Çapkın Kız yok mu; Yonca hala neden bu işler ile uğraşıyor dedirtiyor. İdare eder kaydı, vidyo ile (kim çekti ise) harcamışlar. Vidyonun anlamı sıfır. Zaten son saçmalığı Twit'dine Bandım'ı hiç kayda almıyorum bile... Yonca emekli olsun, örnek olsun yeter. Çok iyi işler yaptı zaten Türk Pop Müziğine. Sağolsun. Ama saçmalamak, eski hayranlarını üzer, başka işe yaramaz.
20 Ekim 2010 Çarşamba
MK @ Twitter
Sonunda twitter hesabı aldım.Hepsi Redd'in suçu :-) onlara bire bir yazmak için yeterli bir sebep. Fotoğrafta da (Ekim 2010'a kadar) Redd'in tüm diskografisini görebilirsiniz...
13 Ekim 2010 Çarşamba
Ben yoldan gönüllü çıktım...
Biz zamanlar Ceza dinlerken; Sagopa Kajmer'i de sevmiştim. Daha olgun ve güzel gelmişti "Bir Pesimistin Gözyaşları" zamanı. Sonra Ceza ile araları bozulmuş falan filan; o kısmı atlıyorum. Sonra yeni yetmelerin çoğunda bir Manga, Sagopa Kajmer, Hayko Cepkin sevdası başladığını gözlemledim... Askerde iken de İstanbul'lu bir arkadaş; yan yatak arkadaşım (!) deli gibi Sagopa Kajmer dinler; onun gibi cümleler kurmaya çalışırdı. Adını, soyadını doğru yazamayan, kendi hakkında bir şeyler anlatamayan; ifade edemeyen biri; kalkıp ne çok süslü cümleler ile hayat dersi verirdi bize. Gülümserdim yüzüne. İki el kol hareketi yapsam ritme uygun, başlayacaktı benimle birlikte dans etmeye. Sultana dinledin mi demiştim? Yok o beni sarmaz demişti. Kuşu kalkmaz'dan başka dinlememiştir; ya da duymamıştır eminim. Daha sonra Sulta'nın 2. albümü ve sonra Dibidik vidyosu çıkmıştı TV'de. Er kantinine uğradığımda, TV'de ya Madonna Give to Me, ya da Delioğlan falan filan çalardı. Bir kaç kez ben izlerken vidyoyu bak seninki çıktı diyordu... Aşağılar bir tonda. (Bu işe yaramaz hesabı...) Baktım ki isyankar sözleri ve küfürleri ile iki, üç kelime anlayan başka askerler de Sagapo mırıldanıyor. Ben Apple Shuffle ile Amy Winehouse dinlerken, o kötü mp3 çalar ile Sagopa dinlerdi. Sonra Sagopa'nın son bir kaç albümünd iyice "flow" yapıp sıyırdığını, dediğini anlamayamaya başlayınca, ilgisiz davrandım bu adı duyduğumda. Hatta bir albümünde neredyse tüm salak Türkçe dublaj monologlarını almış "sample" olarak Korkuç Bir Film 4 serisinden. Ve kötü bir albümdü.
(yazı: 13 Ekim 2010)
Dün twitter ve facebook vidyolarında Sagopa Kajmer ve eşi Kolera'yı, ne olduğu belirsiz bir TV kanlı programında konuk olarak kesit kesit izledim. Birincisinde arabesk, Fazıl Say, jazz-blues, Kerem Görsev hakkında; diğerinde ise beyin göçü, Buda, yoga ve müslümanlık, İslam hakkında yorumları yer alıyordu. Birincisi daha önce yazdımdı. Bir otobüs durağında gördüğüm o Shai tipinle korkunç CGI efektli oyunlardan çıkmış gibi beyaz saç-sakal ve siyah kalemli gözler ile halinden ürkmüştüm. Zebani gibi bir şeydi benim için. Vidyo kayıtlarında o kadar belli ve açık ki, bir dini TV programına çıkılmış, (muhtemelen yerle bir kanal; adını bile duymadım bugüne kadar) sanat'ı yok sayıp, Amerikan'ın Avrupa'nın sonradan görmüşlüğü bu bizde ki gibi ifade eden hele şeye çok güldüm; Fazıl Say'ı bir dakika içinde piyano çalan ama aptal, ağzı yamuk, Nort Dam Kamburu yapıverdiler. Aklıma biri gelmedi değil; kendini Türkiye'nin Tarkan'ı; tiyatro üstadı gören birini... Bunlar da alkolikler ya da uyuşturucu kullananlar gibi bir halde; kendilerinden bir haber, kuyruk acılarını dile getirip, Yüzüklerin Efendisi'ndeki zorglar gibi 1 numara sanıyorlar.
Rap yapıyorum ben diyor. Amerika'yı ve Avrupa'yı aşağılayıp, İslamı ve Müslümanlığı övüyor. Pardon da rap müzik, Amerika doğmadı mı? Kimi, kimin silahı ile vuruyorsun, bir.
Zamanında Fars dili ve edebiyatı okuyup, adını ve genel dilini yabancı kelimelerden seçen sen, nasıl kendi özünden bahsedebiliyorsun? Türkçe'de Sagopa Kajmer kelimeleri yok ki, iki...
Yanında dünyaların kraliçesi edası ile oturan ve ben Türkiye'ye konser veriyorum; sizi ben doyuruyorum, emziriyorum edası ile kendini ve Banu Alkan öz güvenini bile aşan Kolera isimli aptal; bir defa çirkin, bir/birkaç dişin eksik ve kültürün sıfır. Yaptığın müzikte konuşamıyorsun bile. Jazz ve Blues müziğini yok sayıp, aptal işi demelerine bayıldım. Umarım üstüne şişman siyah bir zenci düşer 2. kattan da boynun kırılır.
Müslümanlıktan bahsederken, modern giyimin ile eski usul Müslümanlık tavırlarınla kıyafetin hiç uygun değildi; aynaya bakmadın mı kuzum; Türban'ın düşmüş.
Kendi plak firmanız olabilir, kendi işinizi kendiniz yapıyor olabilirsiniz ama hangi dereye yakın olduğunuz ve neden geçmişiniz ile yamuk yaptığnızı ve eskiyi inkar ettiğinizi beyninizdeki insanlık gibi unutmuşsunuz. Eminin ki dü var olduğunuz gibi anne karnın da dün çıktınız. Olabilir insansınız. Yamuk yapmanız gayet normal. Ama yamukluğu bir yaşam biçimi seçmeyin. Bugün Dünya'ca kabul görmüş bir müzik türüne, bir icracıya, bir piyaniste, caz müziği sanatçısına, kıçımın sol kenarı bile etmez dersen; ben değil tüm Dünya size kıçının sağ ve sol yanınıyla aptallara bak deyip güler. Eminim Yer çekimini de siz bulup, Beatles'ın şarkılarını da siz yazdınız. Hatta Michael Jackson'ın Thriller alümünü de siz prodükte edip, sizin firmanız yayınladı. Hadi itiraf edin Lady GaGa'yı da siz keşfettiniz. Mütevazı olmayın canım, aaa.
Sizden sonra, Recep İvedik 3'ü izledim de, vallahi en aptal hali ile bile Recep sizden daha sempatik ve akıllı. Konuşkan en azından. Kendiyle barışık... Sizler, kendi dünyanızın Kralı ve Kraliçe'si, o yaptığınız sesleri kendi koyunlarıza dinletin... Ne de olsa yeşilliğiniz bol... Bu mevsim de yeşil moda... Ama unutmayın ki koyunlar her güzel kaval sesine kolay kanar. Dilerim o masaldan yosun olmadan uyanırsınız...
(yazı: 13 Ekim 2010)
11 Ekim 2010 Pazartesi
James L. Brooks - Terms of Endearment
Hasta hasta moral için oldukça iyi geldi bu film. James L. cidden favori yönetmenim. As Good As It Gets'i daha dikkatli izleyince
ne kadar harika ve büyük filmler yaptığını daha iyi anladım. Karakterleri ön plana çıkarıp
harika hikayesi ve müthiş yönetmenliği ile filmi izleneblir; hatta içinde yaşanabilir kılıyor. Sizde sanki filmin bir parçası oluveriyorsunuz.
Aurora, izlediğim en başarılı kadın oyunculuklarından biri. O kadar başarılı ki sonlara doğru devleşmesinden ağzım açık kaldı. Apartman'daki rolü solda sıfır kalıyor buna göre.
Anne-kız ilişkisini ve bunun sürecini anlatan film Jack'ın akıl almaz dengesizlikleri ile insanı güldürmekten öldürüyor. Diyaloglar harika.
Sadece lezbiyen olabileceğini ilk başta düşündüğüm, biraz yamuk kız rolü ile Debra garip geldi ama sonra ona da o güzel gözleri için alışıyorsunuz. Sigourney gibi...
Filme rahatlıkla 4 yıldız ve üstü verip, Shirley için 5 ve üstü yıldız verebilirim. İnanılmaz!
9 Ekim 2010
- Çamaşır makinası aldım. Eski makineyide şıp diye verdim. Şimdi hayatını yeni makineye göre uyarla. Off, yeni telefon aldığımda da böyle olduydu. Galiba ufak değişiklikleri pek sevmiyorum. Olsun yenilik güzeldir.
- DVD ve Candan Erçetn'in CD'leri aldım. Bir de son Şebnem Ferah CD'ni.
- Hastayım. Grip oldum. Dubai yolcuları sayesinde TURKSPED tarafında soğuğu kapmışım anlaşılan.
- Cumartesi akşam: makina ile yakın temaslar; ilk çalıştırma. Çamaşır yıkama. Pek şık, güzel bir şey...
- Bu grip geçmiyor. Parasız kalmaktan da betermiş...
10 Ekim 2010 Pazar
Richard Brooks - Cat on a Hot Tin Roof
Pazar günü sineması için idealdi. Ben 38 derece ateş içinde, dışarısı riyakar bir güneş içerisinde. Dilimde pastil, ardından sıcak kakao, ama dam hala kızgın... Biterken Amerikan Güzel'ini anımsattı (mutlu aile tablosu ile) ama eski filmler başka. Adam akıllı senaryoları, doğru İngilizce telaffuzları ve harika oyunculukları var. Bir nevi durum tiyatrosu gibi de diyebiliriz film için. Sonlara doğru biraz, çok az konu dağılıyor. Bunu genelinde gayet güzel bir film. Zencilerin işçi olduğunu görmek, içimi acıttı. Yoksa pastilim mi bitti...
7 Ekim 2010 Perşembe
No Doubt - Rock Steady
Bir şarkı için alınmış bir albüm... Olur mu, olur. Satın aldım, oldu! (Doğan Ağaoğlu'na bis)
Dans... Taklit...
Rihanna'nın beklenen yeni albümü yakınlaştırılmış bir Confessions on a Dance Floor mu olacak? Dans müziği için saçlar kırmızı, ayağında mayo olması şart mı! Bi bakın http://en.wikipedia.org/wiki/Loud_(Rihanna_album)
Sihirbaz
Oscar içi hayli ümitliyim bu filmden. Henüz izleyemedim. Filmekim'inde de biletler tükenmiş.
6 Ekim 2010 Çarşamba
Redd konseri
Redd bu akşam saat 20:00'de, İstanbul Üniversitesi Avcılar Kampüsü'nde mini bir konser veriyor. Ben ise Jimpster'in sınırlı basım yeni plağının "Alsace & Lorraine"'ni dinliyorum...
Genel
"Genel" kelimesini konu başlığı yapmaktan pek hazzetmiyorum. Bana uydurma işi geliyor. Baştan savma gibi...
Ama yoğun/luk olunca, ister istemez "kurtarıcı" bir kelime oluyor. Ne hakkında yazıyorsun/bu; "genel"...
- Redd'in Bronx Pi Sahnesi'ndeki konserine gittim. Çok güzeldi. Ve benim için özeldi.
- Twitter (nedense ben hep Tweeter yazıyorum; eski bir hip hop sanatçısı Tweet'ten galiba) almak istedim ama kullanıcı adına 16 harflik isim ve soyismim sığımadı. En çok 15 harf sınırlaması varmış. Pardon ama sizin için bu saatten sonra ismimi değiştiremem. İlke Hatipoğlu bile Twitter'a gelmişken, ben blog'uma devam edeyim...
- Dijital ortamda sadece blog yazıyorum. Picasa ve LinkedIn kayıtlarım henüz güncel değil. Taklitlerim varsa, orijinalinden şaşmayın.
- Bende neler oluyor; kısaca hala yeterli zaman ayıramıyorum blog'a. Bunun dışında bol bol CD dinliyor, DVD film izliyorum. En son Despectible Me animasyonunu izlemiştim sinemada, onu da yazdım sanırım.
- Kredi kartı sahibi oldum. Ne büyük bir mucize!
- Ve öğrendim ki iTunes USA hesabım ile kredi kartımı kullanamıyorum! Şaşkınlık, üzülmedim ama şaşkınlık devam ediyor.
- Tüme bakınca zaten 3-5 tane olan hayallerimi gerçekleştirmeye başlıyor olmak bende olumlu etki bırakıyor.
- İş Dünyası içinse (aslında detaylı yazmak istiyorum) maalesef büyük hayal kırıklığı yaşıyorum. Üniversite bitirdikten sonra, uçurumdan atlamış gibi hayata düzlükten başlamak; ve maalesef hala düzlükte devam etmek büyük bir hayal kırıklığı oldu benim için. Artık ağzınla kuş tutsan bile iş bulamıyorsun. Ve etrafta o kadar cahil insan var ki...
- Hükmetten, AKP'den, CHP'den ve DBP ya da BDP'den bıktım usandım. Salak saçma yol yapımlarından, Avcılar'a yapılan mimari facia şeklinde yorumlanacak üst geçitlere ve başka şeyleri her gün görmek; verdiğim/iz vergi paralarını israfını gördükçe "kan beynime sıçrıyor" denir ya, öyle oluyorum. Biz böyle salak şeylere layık değiliz!
- Karşıya taşınıp, oraya yerleşme isteğim var. Şu an için hayal ama, hayali güzel...
- Ali Ağaoğlu reklamını lütfen RTÜK yasaklasın. Adam konuşamıyor bile... Ve gazetelere evli olduğu halde bir srü manken ile geziyorum diye kuruluyor. Kimse de hop, herşey para değil kardeşim, sen saf bir malsın/kıro demiyor.
- Uzun süredir gazete okumuyorum. Google Reader ile uzun süredir Redd'in twit'lerini okuduğum için güncel haberlere aşinayım.
- Hanife Avcı kitap yazdı; mevsim yazdı. Hapse atıldı; mevsim sonbahar. Türkiye Cumhuriyet'in genel durumuna bakın...
- Deprem oldu! Ya bir gün daha kötüsü de olacak ama ucuz atlattık yine. Hiç yıkılan yeni bina/inşaat var mı? Merak ediyorum...
- Yenibosna/Çobançeşme'ye yapılna Nish-İstanbul bloklarını gece vakti gördünüz mü; Avcılar'a yapılan saçma köprülerden daha kötüler. Geçerken E-5'ten oraya bakmak bile istemiyorum.
- Pejo aracımız ile trafiik kazası yaptık. Bunu yazdım mı bilmiyorum. Zevkliydi. Bir gün kendimi Madonna'nın What is Feel Like for a Girl vidyosundaki gibi kazaya alıştırdığım için, bu çok hafifti :-) Bizim hatamızdı ama bize arkadan çarptılar. Arkadan çarptığı için genel olarak o o suçlu çıktı. Çarpan araç arkamızdaki aracı sollamaya çalıyormuş. Öğrendik ki TEM'de durulmaz!!!
- Konser'de Redd'in menejeri Turhan'ı, fotoğraf sanatçısı Mehmet Turgut'u, TV/radyo progcısı Güven Erkal'ı, Siyabend'si gördüm.
- Grammy 2011 için En iyi İkili/Grup Pop Vokal kısmında; Katy Perry - Califoria Gurls feat. Snopp Dogg, Lady GaGa - Telephone feat. Beyoncé ve başka birileri daha aynı kategoride yarışacak diye üzülüyorum...
- Ha, bu Sex and the City'deki yaratığın gibi kocaman bir gardolabım olsun, tüm eşyalarımı askıya asılmış halde olsun istiyorum. Mars'a da gtmek istiyorum...
- Başka, bayağı yazmadım mı? bu kadar yeterli... Not: Blog arka planını düşlediğim kredi kartım ile uyumlu yapmıştım, artık oraya bakar avunurum...
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
Blade Runner 2049
yazıyı buraya yazma: 14 Mayıs 2018. / son düzeltme: 29 Mayıs 2018. Uyarı: -- Yazı sonunda küfür var. -- Sürpriz bozucu detay, sanırım yo...
-
Uzun bir aradan sonra özlediğim Şebnem Ferah geri dönmüş. Kısa ve öz anlatım, yerinde yorum. Her zamanki gibi titiz bir çalışma ve albüm o...
-
Tavuk sote yedik. Çok yağlıydı... Altın Küre ödülleri Avatar'a gitmiş, bari Oscar'lr gitmese... Hayatım izlediğim en klişe film! Nas...
-
Çarşamba: kızarmış patetes üzerine kaşar serpiştirilmiş şeklindeki yemeği (!) yedik. onlara göre "kaşarlı patates" yemeğiydi bu. Ç...