- Ölüm yadigarları - bölüm 1
- Azkaban tutsağı
- Ölüm yadigarları - bölüm 2
- Sırlar odası
- Zümrüdüanka yoldaşlığı
- Melez Prens
- Felsefe taşı
- Ateş kadehi
23 Temmuz 2014 Çarşamba
Harry Potter filmleri
Beğeni sıralamam;
27 Şubat 2014 Perşembe
Birkaç film...
GRAVITY: Sinemada üçboyutlu olarak izledim. Şimdiye kadar izlediğim en güzel bilim kurgu filmi. Görüntüler çok güzel. İzlediğiniz her an sanki sizde o uzay boşluğunda imişsiniz gibi bir his yaratıyor. Ayrıca filmin müzikleri sizi bir o kadar geriyor. Sandra Bullock eğer ödül almasaymış bu yıl ödül alabilirmiş. En iyi performanslarından biri. George Clooney ise gayet mutlu edici bir rol ile filmdeki gerilimi biraz neşelendiren bir rolde. Yönetmenliği, görüntüsü, ses, ses efektleri, görsel efektler, müzik, kadın oyuncu performansı çok başarılı. Sinemada izlediğim 2014 Oscar adayı ilk film. İlk büyük film hatta bu yıl için.
AMERICAN HUSTLE: Yine sinemada izlediğim bir film. Dönem filmi olmasına rağmen yine dört oyuncusu da Oscar adayı olan bir ekip. Christian Bell'in oyunculuğunu (saç ve görünüm) olarak abartılı bulsam da son sahnelere doğru ve karısı ile tartışma yaptığı sahnelerde oynadığı karakteri çok iyi oynuyor. Senaryo ve diyolaglar çok hoş. Amy Adams ise yine şahane. Bu kez ana karakter olarak ödül adayı. Filmde en çok dikkat çeken ise girdiği sahnelerde tüm ilgiyi üstüne çeken Jennifer Lawrence performansı. Geçen seneki gibi ana karakter olmasa da yan karakterde elinden geleni ardına koymayan bir performası var. Nerdeyse o ayrı diğer karakterler ayrı bir hava yaratıyor. Jeremy Renner'in yorumunu da beğendim. Biraz daha fazla sahnesi olsa o da aday olabilirmiş. Bradley Cooper biraz Hangover komedisi tekrarı gibi durdu bende. Karakteri komik. Ve üstü ile dalga geçmesi sinirimi bozdu. Yönetim, senaryo, film olarakta güzel. Ama diğer filmeri de görünce sadece sanşı yardımcı kadın oyuncu da kalıyor.
HER: En çok merak ettiğim filmdi. İzledim. Ve Spike Jones ile Joaquin Phoinex'e bayıldım. Theodore ile yönetmenin bu kadar uyumlu olması, muhteşem bir şey. Senaryo fikri ve gelecek ile ön görüsü çok başarılı. Scarlett'in sesi abartıldığı kadar değil ama yeterli düzeyde iyi. Zaten filmin görünmeyen ana karakteri. Aday olduğu dallarda keşki En iyi Erkek Oyuncu ve yönetmen de olsa. Rooney Mara'yı da sonunda Ejderha Dövmeli Kız imajındna farklı bir rolde izlemek yerinde ve yeterli idi. Amy Adams çok mahzun duruyor filmde. Dokunsan ağlayacak ve ev kadını modelinde. Bir önceki filmi Master ile HER arasında nasıl farklı bir karakter performası sergilemiş Joaquin, gerçketen müthiş. Ayrıca filmin müzikleri ve diyalogları da iyi. Ve filmin aday şarkısı da çok hoş. Hala Theodore'un Samantha'yı bulamadığı ve koştuğu bölümü unutamıyorum...
ERNEST ve CELESTINE: Henüz Hayao Miyazaki'nin filmini görmedim. bu yüzden izlediğim 5 adaydan bu sene en yaratıcı çizgi film diyeyim. En keyiflisi, içinizi ısıtan, sizi duygulandıran ve düşündüren. İlmek ilmek işlen oyalar gibi naif, yağan kar gibi yavaş yavaş işleyen ve kendini sevdiren bir film. Sevimli bir ayı ile meraklı bir farenin dostluğu; aslında günümüzde de ötelediğimiz çok basit şeylere bile indirgenebilecek dostluklara/ anlayışlara parmak basıyor. "Neden olmasın?", "Size ne!" denilebilecek bir cesaret ile iyi bir ders veriyorlar. Müzikleri olsun, harika çizimleri olsun, hikayesi olsun çok hoş bir film. Sadece bana sonu biraz acele biter gibi geldi. Onun dışında diyecek bir şeyim yok.
12 YILLIK ESARET:
DALLAS BUYERS CLUB:
BLUE JASMINE:
PRISONERS:
FROZEN: Açıkçası hiç beğenmedim. Tanıtımlarda gösterilen sahneler asıl filmde yoktu. Filmin bu kadar basit, bu kadar eskinin ekmeğini yemeye devam etmesi, koca kafalı Bratz bebekleri gibi karakterler ile yetişkinliğe adım atmaya çalışan iki büyümüş (!) kız kardeş. 2D olarak izledim. Eminim sinemada 3D olarak daha keyiflidir ama beni etkileyecek yenilik, tasarım ya da çizim olmadı. Bilindik bilgisayar animasyonu. Ayrıca Let it Go gibi iğrenç bir şarkısı da ilavesi. Büyük ihtimalle Oscar ödülünü de alacaktır. En favori o.
FRANCES HA:
BEING JOHN MALKOVICH:
WHERE THE WILD THINGS ARE:
APOLLO 13:
AMERICAN GRAFFITI:
AROUND THE WORLD IN 80 DAYS:
BLACKFISH:
TO KILL THE MOOKINBIRD:
CHARLIE WILSON'S WAR:
A STREETCAR NAMED DESIRE / BLUE JASMINE: "Blue Jasmine" filmini daha önce izlememiş olsaydım nasıl olurdu bilmiyorum. Ama "Blanche DeBose" karakteri ile "Jasmine" neredeyse aynı gibi. Gerçi "Blanche" yorumu daha yoğun denilebilir. "Jasmine" daha modern kalıyor, daha seyreltilmiş. Ama güzel. Zaten iki performansta Oscar ödülü kazandı. Filmin Türkçe uyduruk çevirsi ve orjinal oyun halinden biraz farklılaştırılmış bir dram-trajedi olması, zamanına göre 4 oyuncudan 3 oyuncu Oscar ödülünü alan ilk filmmiş, Marlon Brando ne desem şahane bir zıt performansta. Kardeş karakter "Stella" da yine benzer rolle "Blue Jasmine"de. Sally Hawkins'in daha fazla sahnesi ya da can alıcı bir sahnesi olsa bu yıl ödül alabilirdi. Ama yine de sevimliydi. Blu Jasmine'nin özellikle finalinde biraz dramtik biraz da komik olması; tipik nevrotik Woody Allen imzası diyelim. gerçi eski çok bilmiş/ konsatre diyologlu filmlerinin dışında ferah bir hava estirmişti "Midnight in Paris" filmiyle. Keşke bu kadar iç açıcı olsa hep. Ama Cate Blanchett'in de yorumu ile ve filmde yakalanan renk uyumu ile o dramatik hal, kendini birazda kişisel sorgulamaya, günümüz modern koşullarda insan çıkmazını vurgulamaya ve biraz da ikili ilişkilerde herkesin kendi kafasına göre nasıl takıldığını gösterirken gülümsetiyor. Düşenin dostu olmaz dercesine trajediye değil de hala umut var diye ara veriyor Allen. Artık belki yaşı itibari ile seyretilmiş ego taslamarı bizleri de rahat bir nefes aldırıyor diyebiliriz filmlerinde. Neyse "A Streetcar named Desire", izlerken hep Blue Jasmine anımsamalarımın dışında, bana hep Banu Alkan'ı da anımsattı. Zaten "Rüzgar gibi Geçti" ve Scarlette rolü onun en sevdiği film ve performansmış. Meşhur olan internet reklamı ile yeniden popüler olması ve ben başka Dünyalarda yaşarım havaları bana hen anında, her adımında Blanche ile birlikte Banu Alkan'ı anımsattı. Bu yakın zaman popülerlik yaşamı boyunca takip ettiğim, izlediğim her görüntüsü nerdeyse şu anda filmi izlerken Blanche tarafından oynanıyor... Bu şok ile ben afallasam da; acaba magazin programlarına konuk olduğunda ya da kültür sanata önem veren gazetelere röportaj verdiğinde biri çıkıpta "Bırak artık "Blanche"i oynamayı!" diyemedi mi? Hele Türkiye ekonomik durgunluklardan birinde iken o hala lüks yaşamındna vazgeçmemiş, koca parası yemese de sattığı ünlü Fikret Mualla tabloları ile hayatta kalmaya çalışıyordu. Hele ki Radikal'de çıkan bir ropörtajında önce biraz konuşup, ki konuşmadan önce de uzun bir banyo seansı yapmış; konuşma arasında da tekrar daha uzun bir banyo yapma seansına gitmiş, röportajcının hala beklediğine şaşırmış ve telefonla son birkaç cümlesini daha söylemişti sanırım. Bunlar bana filmdeki Blanche'in hidroterapi yaptığı sahneneleri izlerken dank etti. Filmin siyah beyaz olması ara ara bazı yerlerde Blanche'in belki de bilerek siyah gölgelerde, daha az ışıklı ortamlarda kalmasına neden oluyor. Ve ben bilmem, ben anlamam, ben görmem mantığı ile "istenmeyen ev misafiri" halini sürdürmeye devam ediyor kardeşinde. Ve Woody Allen'in o kadar zeki olmasına rağmen bu filme çok benzeyen bir senaryo yazmasına da şaşıyorum. Bir başka vurgu da Blanche ismine ve Jasmine isimlerine vurgu, etrafta çalan şarkı kısmına vurgu. Blue Jasmine sonunda Jasmine gerçekten acımış ve durumun komikliğine gülümsemiştim. A Streetcar named Desire daha acımasız biterken, aslında Kawolski'nin intikam alması ya da sadist tavırları ile mutlu olması daha çok canımızı sıkıyor acıtmaktan. Bu arada Madagasgar penguenlerinden birinin ismi de Kawolski.
Hemen ardından izlediğim Goodbye Girl filminde de A streetcar named Desire filminden diyalog ve atıflar da vardı. Tesadüfen arka arkaya gelen bu izlemeler bana hala A streetcaar named Desire yoğun bir şekilde hatırlattı ve kafamı meşgul etmeye de devam ediyor.
Kim bilir zamanına göre nasıl bir etki bıramıştır.
GOODBYE GIRL:
PAS ve KEMİK / BLACKFISH:
AMERICAN HUSTLE: Yine sinemada izlediğim bir film. Dönem filmi olmasına rağmen yine dört oyuncusu da Oscar adayı olan bir ekip. Christian Bell'in oyunculuğunu (saç ve görünüm) olarak abartılı bulsam da son sahnelere doğru ve karısı ile tartışma yaptığı sahnelerde oynadığı karakteri çok iyi oynuyor. Senaryo ve diyolaglar çok hoş. Amy Adams ise yine şahane. Bu kez ana karakter olarak ödül adayı. Filmde en çok dikkat çeken ise girdiği sahnelerde tüm ilgiyi üstüne çeken Jennifer Lawrence performansı. Geçen seneki gibi ana karakter olmasa da yan karakterde elinden geleni ardına koymayan bir performası var. Nerdeyse o ayrı diğer karakterler ayrı bir hava yaratıyor. Jeremy Renner'in yorumunu da beğendim. Biraz daha fazla sahnesi olsa o da aday olabilirmiş. Bradley Cooper biraz Hangover komedisi tekrarı gibi durdu bende. Karakteri komik. Ve üstü ile dalga geçmesi sinirimi bozdu. Yönetim, senaryo, film olarakta güzel. Ama diğer filmeri de görünce sadece sanşı yardımcı kadın oyuncu da kalıyor.
HER: En çok merak ettiğim filmdi. İzledim. Ve Spike Jones ile Joaquin Phoinex'e bayıldım. Theodore ile yönetmenin bu kadar uyumlu olması, muhteşem bir şey. Senaryo fikri ve gelecek ile ön görüsü çok başarılı. Scarlett'in sesi abartıldığı kadar değil ama yeterli düzeyde iyi. Zaten filmin görünmeyen ana karakteri. Aday olduğu dallarda keşki En iyi Erkek Oyuncu ve yönetmen de olsa. Rooney Mara'yı da sonunda Ejderha Dövmeli Kız imajındna farklı bir rolde izlemek yerinde ve yeterli idi. Amy Adams çok mahzun duruyor filmde. Dokunsan ağlayacak ve ev kadını modelinde. Bir önceki filmi Master ile HER arasında nasıl farklı bir karakter performası sergilemiş Joaquin, gerçketen müthiş. Ayrıca filmin müzikleri ve diyalogları da iyi. Ve filmin aday şarkısı da çok hoş. Hala Theodore'un Samantha'yı bulamadığı ve koştuğu bölümü unutamıyorum...
ERNEST ve CELESTINE: Henüz Hayao Miyazaki'nin filmini görmedim. bu yüzden izlediğim 5 adaydan bu sene en yaratıcı çizgi film diyeyim. En keyiflisi, içinizi ısıtan, sizi duygulandıran ve düşündüren. İlmek ilmek işlen oyalar gibi naif, yağan kar gibi yavaş yavaş işleyen ve kendini sevdiren bir film. Sevimli bir ayı ile meraklı bir farenin dostluğu; aslında günümüzde de ötelediğimiz çok basit şeylere bile indirgenebilecek dostluklara/ anlayışlara parmak basıyor. "Neden olmasın?", "Size ne!" denilebilecek bir cesaret ile iyi bir ders veriyorlar. Müzikleri olsun, harika çizimleri olsun, hikayesi olsun çok hoş bir film. Sadece bana sonu biraz acele biter gibi geldi. Onun dışında diyecek bir şeyim yok.
12 YILLIK ESARET:
DALLAS BUYERS CLUB:
BLUE JASMINE:
PRISONERS:
FROZEN: Açıkçası hiç beğenmedim. Tanıtımlarda gösterilen sahneler asıl filmde yoktu. Filmin bu kadar basit, bu kadar eskinin ekmeğini yemeye devam etmesi, koca kafalı Bratz bebekleri gibi karakterler ile yetişkinliğe adım atmaya çalışan iki büyümüş (!) kız kardeş. 2D olarak izledim. Eminim sinemada 3D olarak daha keyiflidir ama beni etkileyecek yenilik, tasarım ya da çizim olmadı. Bilindik bilgisayar animasyonu. Ayrıca Let it Go gibi iğrenç bir şarkısı da ilavesi. Büyük ihtimalle Oscar ödülünü de alacaktır. En favori o.
FRANCES HA:
BEING JOHN MALKOVICH:
WHERE THE WILD THINGS ARE:
APOLLO 13:
AMERICAN GRAFFITI:
AROUND THE WORLD IN 80 DAYS:
BLACKFISH:
TO KILL THE MOOKINBIRD:
CHARLIE WILSON'S WAR:
A STREETCAR NAMED DESIRE / BLUE JASMINE: "Blue Jasmine" filmini daha önce izlememiş olsaydım nasıl olurdu bilmiyorum. Ama "Blanche DeBose" karakteri ile "Jasmine" neredeyse aynı gibi. Gerçi "Blanche" yorumu daha yoğun denilebilir. "Jasmine" daha modern kalıyor, daha seyreltilmiş. Ama güzel. Zaten iki performansta Oscar ödülü kazandı. Filmin Türkçe uyduruk çevirsi ve orjinal oyun halinden biraz farklılaştırılmış bir dram-trajedi olması, zamanına göre 4 oyuncudan 3 oyuncu Oscar ödülünü alan ilk filmmiş, Marlon Brando ne desem şahane bir zıt performansta. Kardeş karakter "Stella" da yine benzer rolle "Blue Jasmine"de. Sally Hawkins'in daha fazla sahnesi ya da can alıcı bir sahnesi olsa bu yıl ödül alabilirdi. Ama yine de sevimliydi. Blu Jasmine'nin özellikle finalinde biraz dramtik biraz da komik olması; tipik nevrotik Woody Allen imzası diyelim. gerçi eski çok bilmiş/ konsatre diyologlu filmlerinin dışında ferah bir hava estirmişti "Midnight in Paris" filmiyle. Keşke bu kadar iç açıcı olsa hep. Ama Cate Blanchett'in de yorumu ile ve filmde yakalanan renk uyumu ile o dramatik hal, kendini birazda kişisel sorgulamaya, günümüz modern koşullarda insan çıkmazını vurgulamaya ve biraz da ikili ilişkilerde herkesin kendi kafasına göre nasıl takıldığını gösterirken gülümsetiyor. Düşenin dostu olmaz dercesine trajediye değil de hala umut var diye ara veriyor Allen. Artık belki yaşı itibari ile seyretilmiş ego taslamarı bizleri de rahat bir nefes aldırıyor diyebiliriz filmlerinde. Neyse "A Streetcar named Desire", izlerken hep Blue Jasmine anımsamalarımın dışında, bana hep Banu Alkan'ı da anımsattı. Zaten "Rüzgar gibi Geçti" ve Scarlette rolü onun en sevdiği film ve performansmış. Meşhur olan internet reklamı ile yeniden popüler olması ve ben başka Dünyalarda yaşarım havaları bana hen anında, her adımında Blanche ile birlikte Banu Alkan'ı anımsattı. Bu yakın zaman popülerlik yaşamı boyunca takip ettiğim, izlediğim her görüntüsü nerdeyse şu anda filmi izlerken Blanche tarafından oynanıyor... Bu şok ile ben afallasam da; acaba magazin programlarına konuk olduğunda ya da kültür sanata önem veren gazetelere röportaj verdiğinde biri çıkıpta "Bırak artık "Blanche"i oynamayı!" diyemedi mi? Hele Türkiye ekonomik durgunluklardan birinde iken o hala lüks yaşamındna vazgeçmemiş, koca parası yemese de sattığı ünlü Fikret Mualla tabloları ile hayatta kalmaya çalışıyordu. Hele ki Radikal'de çıkan bir ropörtajında önce biraz konuşup, ki konuşmadan önce de uzun bir banyo seansı yapmış; konuşma arasında da tekrar daha uzun bir banyo yapma seansına gitmiş, röportajcının hala beklediğine şaşırmış ve telefonla son birkaç cümlesini daha söylemişti sanırım. Bunlar bana filmdeki Blanche'in hidroterapi yaptığı sahneneleri izlerken dank etti. Filmin siyah beyaz olması ara ara bazı yerlerde Blanche'in belki de bilerek siyah gölgelerde, daha az ışıklı ortamlarda kalmasına neden oluyor. Ve ben bilmem, ben anlamam, ben görmem mantığı ile "istenmeyen ev misafiri" halini sürdürmeye devam ediyor kardeşinde. Ve Woody Allen'in o kadar zeki olmasına rağmen bu filme çok benzeyen bir senaryo yazmasına da şaşıyorum. Bir başka vurgu da Blanche ismine ve Jasmine isimlerine vurgu, etrafta çalan şarkı kısmına vurgu. Blue Jasmine sonunda Jasmine gerçekten acımış ve durumun komikliğine gülümsemiştim. A Streetcar named Desire daha acımasız biterken, aslında Kawolski'nin intikam alması ya da sadist tavırları ile mutlu olması daha çok canımızı sıkıyor acıtmaktan. Bu arada Madagasgar penguenlerinden birinin ismi de Kawolski.
Hemen ardından izlediğim Goodbye Girl filminde de A streetcar named Desire filminden diyalog ve atıflar da vardı. Tesadüfen arka arkaya gelen bu izlemeler bana hala A streetcaar named Desire yoğun bir şekilde hatırlattı ve kafamı meşgul etmeye de devam ediyor.
Kim bilir zamanına göre nasıl bir etki bıramıştır.
GOODBYE GIRL:
PAS ve KEMİK / BLACKFISH:
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
Blade Runner 2049
yazıyı buraya yazma: 14 Mayıs 2018. / son düzeltme: 29 Mayıs 2018. Uyarı: -- Yazı sonunda küfür var. -- Sürpriz bozucu detay, sanırım yo...
-
Uzun bir aradan sonra özlediğim Şebnem Ferah geri dönmüş. Kısa ve öz anlatım, yerinde yorum. Her zamanki gibi titiz bir çalışma ve albüm o...
-
Tavuk sote yedik. Çok yağlıydı... Altın Küre ödülleri Avatar'a gitmiş, bari Oscar'lr gitmese... Hayatım izlediğim en klişe film! Nas...
-
Çarşamba: kızarmış patetes üzerine kaşar serpiştirilmiş şeklindeki yemeği (!) yedik. onlara göre "kaşarlı patates" yemeğiydi bu. Ç...